Feridun Süheyl Tuncay Hoca’nın varlığını dostum Kemal Acar’dan öğrenince ziyaret etmeye karar verdik.
1937 doğumlu Feridun Hocamız Ankara Gazi Eğitim mezunuydu. 19 yaşında öğretmen olmuş, 1956 lı yıllarda Isparta’da askeri birlikte subay olan ağabeyini ziyarete gider. O yıllarda da Said Nursi’nin ismini duyar. Bu defa ağabeyi ve etrafındaki subaylardan da çok menfi malumat alınca, Said Nursi ile görüşme yapmak ister.
Isparta’daki iki katlı ve dışarıdan merdivenle çıkılan evine vardığında bir talebesi karşılar. Kendisi papyon kravatı, yan tarafı çizgili pantolon kıyafetiyle gider. Karşılayan talebesi kıyafetini süzer ve kabul etmeyeceğini ifade edince Feridun öğretmen ısrar eder. Üstadın yanına girip çıkan o talebesi kabul edildiğini müjdeler.
Eski bir karyolada oturmuş, başında sarık, sırtında cübbe ve oldukça zayıf ve sakalsız diye tarif ettiği Üstadın odasına girer. “İlk gördüğümde; bu insandan ne istiyorlar, niçin rahatsız ediyorlar. Kendi hâlinde Allah’ın bir kulu olan bu zata niye eziyet ediyorlar, düşünceleri zihnimden geçti…” diyen genç öğretmen Feridun, kenarda oturmuş misafirleri görünce onların yanına oturmak ister. “Üstad, beni yanına çağırdı. Elini öptüm. Elini başıma koydu ve başımdan gözlerimden öptü, ne iş yaptığımı sordu, öğretmenim, dedim. Muallim mi? dedi. Bak o zaman sana vazife, talebelerini imanlı yetiştireceksin, dedi ve dua etti. Çok hoşuma gitmişti. O günlerde meşgul olduğum Alevilik, Yezit, Hasan Sabbah konularında çok soru sordum ama aldığım cevaplar kalben beni mutmain etmişti. Böylesine muhakkik ve müdakkik olmama çok sevinmişti. Sorularıma aldığım cevapların memnuniyetiyle izin alıp ayrılırken yanındaki misafirler beni tebrik ediyorlardı.
Üstadı ziyaretimin ardından subay ağabeyimin yanına döndüğümde arkadaşları ne konuştuğumuzu merak ediyorlardı. Ben de onlara “Bu zattan ne istiyorsunuz? Kime ne zararı oldu? Böylesine değerli bir insandan ne istiyorsunuz?, deyince, ağabeyim ‘Feridun’u kaybettik, yitirdik, keşke göndermeseydik.’, diye eseflendi. Bu ağabeyim ile Üstad konusunda ters düştüğümüz gibi inanç ve din konusunda da ters düştük. 12 Eylül ihtilalının gadrine uğradığımda paşa olan Ağabeyim sahip çıkmamıştı. Kısa zaman aralıklarıyla Başbakanlık baş müşavirliğinden öğretmen olarak Kars’a sonra Malatya’ya ve ardından bir gün sonrada Ağrı’ya tayinimiz çıktı.
Sonraki hayatımda Üstad’dan aldığım risaleyi teberrüken saklarım ve Risale-i Nur Külliyatı’nı aldım ve okudum. Öğretmenlik yaptığım yerlerde sürekli olarak Risale-i Nur’daki imani konuları şahıs ve eser ismi vermeden talebelerim başta olmak üzere çevremdekilere anlatıyordum. Öyle bir hizmet vermişim ki bugün altmış yaşının üzerindeki talebelerim ararlar, hal ve hatırımı sorarlar. Şunu da ilave edeyim: Üstadın duasının hürmetine girdiğim bütün sınavlarda başarılı oluyordum. Bir insanın hepsine birden gelmesinin çok zor olduğu makamlara geliyorum ve hamdolsun bana bir kötülük dahi yapılmıyordu.”
Feridun Süheyl Tuncay Hocamız gençliğinden bu yana Ülkücü camiadaki hizmetleri ile tanınır ve sevilir. Ülkü-Bir’de görev alarak 1979 yılında Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği olarak ismi değişen dernekte başkanlığı, derneğin faaliyetlerine son verilene kadar görevini sürdürmüştür.[1]
Feridun Hoca, siyasî faaliyeti gereği sürekli istihbarat tarafından takip edildiği için Nur Cemaati ile doğrudan münasebette bulunmamış. Üstadın vefatı sonrasındaki hadiseleri bildiğini, Yeni Asya’yı takdir ettiğini ama bugünkü yaşanan hadiseleri de şahit göstererek Fethullah Gülen’i tel’in ettiğini ifade eder.
İzmir’in Karşıyaka ilçesinde ikâmet eden Hocamız, vaktiyle Malatya’nın Pütürge’sinde öğretmenlik yapar. Osmanlı zamanında hamalbaşı olan yaşlı ve hasta bir zatı ziyarete gider. Hamalbaşı, odadakilerin dışarı çıkmasını isteyerek yalnız kaldıklarında kalbini göstererek yıllardır sakladığı bir sırrını paylaşmak istediğini ifade eder.
Birgün gelen emir gereği İstanbul’da saklanan muhtelif depolardaki silahların İzmit’e kaçırılmasına yardımcı olurlar. Her ne hikmet ise, ne İtalyan ve ne de diğer işgal kuvvetlerinin değil, İngilizlerin himayesinde olan bu depolarda nöbetçinin olmadığını görürler. Rahatlıkla İzmit’e motorlarla gönderirler.
Hamalbaşından ayrıldıktan sonra anlatılan hadisenin neresinin sır olduğunu sonradan kavrar ve şöyle izah eder. Osmanlı ordusunu dağıtan ve silahlarını alarak depolayan İngilizlerdir. Depoya gidildiğinde mukavemetle karşılaşmazlar. Bu silahlar Anadolu’ya gönderilir. Ve bunlardan da güya İngilizlerin haberi yok. İşgal altındaki İstanbul’dan Bandırma Vapuru’nun da İngilizlerden habersiz ayrılamayacağını ifade eder. Dolayısıyla bu olayların her birisi İngiliz projesinden birer parçalardır, der.
Tarihimizdeki gerçeklerin kapalı tutulduğu arşivlerin yakın zamanda açılmasını temenni eden ve ileri yaşına rağmen hatıralarıyla beraber yaşayan ve hatırlatan bir tarih hocasıyla görüşmenin mutluluğuyla izin aldık.
Mehmet Çetin
18.09.2016 Bostanlı İzmir
[1] http://ulusaltezmerkezi.com/turkiyede-ogretmenlerin-orgutlenme-faaliyetleri-ve-fikir/183/