Na’büdü Mütalâaları-31
Fatihadaki na’büdü mütalâası satırda bitebilir ama sadırda bitmemeli demiştik. Ancak Üstad, satırda da bitirmiyor. Âyet-i hasbiyada da na’büdü manasını hissettiren ifadelerini okuyoruz.
Dördüncü Şua’da veya On Dördüncü Rica’da ayet-i hasbiyayı tefsir eder. Ehl-i dünyanın kendisini herşeyden tecrid edip beş nev’i gurbete ve hastalığa ihtiyarlık zamanında giriftar olduğunu anlatır.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle Risale-i Nur’un teselli verici envarına bakmayarak kalbine bakar ve ruhunu arar. Vücuda muhabbet, hayata iştiyak ve bekaya aşk; insanda mevcud lakin bunlarda hadsiz acz ve fakr içerisinde, ama bütün bunların da fenâ olacağını, fani olduğunu görür…
Bu hâl insanın en dip ve mühim mes’elesi iken Niyazi-i Mısrî’nin:
“Dil bekası, hak fenâsı istedi mülk-i tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber!”[1]
nidâsını eder, âyet- hasbiye imdada gelir; ‘Beni dikkatle oku’der. Günde beşyüz sefer okur. Kalbe tulû’ eden nurlar envara başlar. Aynelyakîn suretindeki keşfinin dokuz adetini sıralar. Eskiden diğer risalelerde bahsinin ilmelyakîn yapıldığını, ama burada aynelyakîn ifade edildiğini söyler.[2]
Âyet-i hasbiyenin anahtarı imandır. Bu anahtar ile bu âyetin işaret ettiği hazineye giriliyor. Hadsiz zaaf, acz ve fakrın tedavisi iman ile olmakta olduğunu anlar ve işaret eder. İmanın kuvveti ile acz ve fakr insanın elinde leziz bir iştiha, kuvvetli bir silah, ve nihayet rahmet-i İlâhîyenin inzalinin sebebi olur.
Kadîr-i Mutlak’ın bu kadar ehemmiyetli ikramı; ehemmiyetsiz insana bu kadar ehemmiyet vermesinin hikmeti nedendir acaba? Bu sırrın hâlli için âyet-i hasbiyeden imdad ister.
“Hasbünâ”[3]daki “nâ”[4] ya dikkat edilmesini ve senin ile beraber kimler lisan-ı hâl ve lisan-ı kâlleri ile “Hasbünâ” yı söylüyorlar, dinle! der.
Uzaklara gitmeden hemen yanındaki kuşlara, nebatata bakar ki hep beraber “Hasbünallahü ve ni’mel vekîl”[5]hâl ve kâl dilleri ile dediklerini görür[6]. Böylece bütün ihtiyaçlarını Rablerinin tekeffül ettiğini, her çeşit yardım ve inayeti yaptığını yâdederler.
Herbir mevcud tek başına ehadiyetini gösterirken hepberaber de vahdaniyetini de işaret ettiğini anlatır.[7] Böylesine tasarrufun kesinlikle şirke izin vermeyeceğini ifade eder.
“Nâ” ikaz ve irşadı devam eder. Bu defa “na”nın nefsinde bulunan “ene”ye bakar. Yani nefsine, kendine bakar. Hayvanat içinde[8], menşeimiz olan bir katre sudan yaratıldığımıza dikkat çeker. Vücudumuza hikmetle yerleştirilen nimetlere nazarımızı çevirmemizi anlatır. Bunlarda tecelli eden Esma-i İlahîye’ye dikkat etmemiz istenir.
Mükemmel nizamla bu kadar hassas duyguları, içimiz ve dışımızda dercetmekle gayet san’atlı ve maharetli, mükemmel,lüzumlu, hikmetli yaratan Rabbimiz; nimetlerin bütün nev’ine şamil tadacak dili, koklayacak burnu, görecek gözü, işitecek kulağı vermiş ve temas edecek eli vermiş. Yani, Allah (cc) kendine ait sıfatlardan birer cüz’i numune vermiş ki; sıfat-ı İlâhiyeyi idrake vesile olsun.[9]
Nihayet insaniyet ile inkişaf ederek, insana mahsus duygular ile Sultan’ın geniş sofralarından istifade edilsin. İslamiyet ile baştaki vücut nimeti alem-i gayb ve şehadet kadar genişlesin. Hakiki imanı vererek vücut nimeti; dünya ve ahirete de şamil olsun. Muhabbet ve marifet vererek imkan ve vücub dairesinde tecelli eden Esma-i İlahiyeyi temaşaa ve hamdü sena edebilsin. Kur’an ilminden verilen ilim ile ise çok mahlukat üzerine çıkarak camiiyyet kesbedip; ehadiyet ve samediyete ayine, kudsî rububiyetine küllî ubudiyetle mukabele edebilme istidatı vermiş.
Enbiyalarla gönderilen bütün kitap ve suhuflarla, evliya ve asfiyanın ittifakıyla bizdeki emaneti, hediyesi olan vücudumuzu Kur’an’ın nassı ile satın alıyor. Ta ki zayi olmayıp, Cennette ebedi saadet, rüyet-i Cemâl olarak ihsanı olacağını kat’i olarak ilmelyakîn ve tam iman ile anladım, der.
Böylece hayat ne imiş, insaniyet ne imiş, iman-ı tahkiki ne imiş, marfetullah ne imiş, muhabbet nasıl olacakmış “Hasbünâ”[10]daki “nâ”[11] hatırlatır.
Eğer elimizden gelse idi bilfiil ve gelemediği için niyetlenerek, tasavvuren, hayal ederek bütün mahlukatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’mel vekîl”[12] sonsuza kadar tekrar etmek isterdim, der.[13]
Nun kapısı çok sır ve hikmetlerle dolu. Üstad bunları keşfederek eserlerinde dikkatli nazarlarımıza arzeder.
Mazinin bütün tefsirlerinden farklı olarak na’büdü mütalâası ise daha dikkat çekici.
Diğer Tefsirlerde Na’büdü Mütalâaları’ ile inşallah buluşmak üzere…
Mehmet Çetin
29.12.2010-Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir
[1] Şualar,sh. 100; Niyazî-i Mısrî Divanı, sh.68 (Sağlam Kitabevi-1976)
[2] Bu ifade ile, ‘arada ne fark var?’ diye insanın aklına gelir. İlmelyakîn, ilim ile hasıl olan bilmektir. Ama aynelyakîn ise bahsedilen şey ile muhatap olmak söz konusu. Gençlikte insan ihtiyarlık ve hallerini, hayatın faniliğini öğrenir ve bahseder. Ancak yaşlandığında bu bahsettiği ile artık muhatap olur, ihtiyarlığın getirdiği halleri yaşayarak aynelyakîn şekilde ve nihayet hakkalyakîn olarak anlar.Böylece yaşadığımız müddetce öncesinden ilmelyakîn olarak bildiğimiz şeyleri zamanı geldiğinde aynelyakîn muhatap olabileceğiz.
[3] Bize yeter.
[4] Bize.
[5] Allah bize yeter; O ne güzel bir vekildir.(Al-i İmran,173)
[6] Fatihanın ‘iyyake na’büdü ve iyyake nestain’ ifadesindeki na’ (biz) çoğul takısını burada ‘hasbünâ’da dahi okuyoruz. Üç taifeye vekaleten insan hasbünâ’yı söyler.
[7] “Güneşin ziyası, bütün zemin yüzünü ihata ettiği haysiyeti ile vahidiyet misalini gösterir ve her bir şeffaf cüz’de ve su katrelerinde, güneşin ziyası ve harareti ve ziyasındaki yedi rengi ve bir nev’i gölgesi bulunması ehadiyet misalini gösterir.”
[8] Niçin ‘hayvanat içinde?’ Nihayetinde biz insanız, neden hayvanat taifesi ile zikredilir acaba? Menşe tahlilinde anlaşılıyorki insanlar gibi hayvanların da telkih ve tenasülü bir katre misali ile olmakta.
[9] Şualar, sh.21,22
[10] Bize yeter.
[11] Bize.
[12] Allah bize yeter; O ne güzel bir vekildir.(Al-i İmran,173)
[13] Şualar, sh. 112