İngiliz Anglikan Kilisesi 1919 (1335) yılında, İstanbul’daki Şeyhülislâmlık makamına bir mektup gönderdi.
Bu mektupta; İslâm dininin ruhu, mahiyeti, doğuşundan beri medenî hayat ve insan düşüncesi üzerinde ne gibi tesirler yaptığı, zamanın çeşitli bunalımlarını nasıl çözümlediği, tarihin akışı içinde ortaya çıkan ve toplumları olumlu veya olumsuz şekilde etkileyen siyasî ve manevî güçler karşısındaki tavrının ne olduğu gibi hususlarla ilgili sorular yer almaktaydı.
Bunda ne var, diyebilirsiniz, az sabır lütfen.
O sualleri, cevap verilmesi ricasıyla Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye ve oradan da Bediüzzaman’a havale ederler.
Bu suallerin cevabını Üstad kendine mahsus üslûbu ile verir. Ancak bu suallerin arkasındaki niyeti okur ve deşifre eder.
Kendi ifadesinden okuyalım:
“Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.”
Eskilerin tabiriyle ilm-i siyaseti iyi bilmek lâzım. Burada Bediüzzaman’ın siyaset ilmini iyi bilmenin ötesinde korkmadan ve çekinmeden yerinde ve etkili kullandığını görüyoruz.
Ülke işgal altındadır. Sulh zamanı değil, savaş ortamı vardır. İstanbul’un işgali zamanında işgalci bir devletin başpapazının sorularına elbette sulh zamanındaki sakin, ilmî bir cevap yazılması mukteza-i hâle mutabık olamazdı, ilm-i belâgata da münasip değildir. Bu düşüncelerle olsa gerek ki Bediüzzaman Hazretleri’nin cevap üslûbu bu makamda daha müessir olmaktadır.
Düşman, ayağıyla boğaza bastığı bir sırada, ruhu kurtarmak manasındaki tükürmeler, birer bomba gibi tesir yapar. O andaki tarziye, bedenin değil, ruhun intiharı olur. İşte, Üstadın cevabındaki hiddet ve şiddeti bu yönüyle değerlendirmek işlenen konunun, zeminin makamına en isabetli olanıdır.
Şiddetinin haklı gerekçesini şöyle sıralar:
“o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor…” diye haykıran ve hiçbir suali cevapsız bırakmayan Bediüzzaman bu sualleri de cevapsız bırakmayıp yerinde bir tabir ile ‘okkalı’ ve siyaseten doğru bir cevap vermiştir. Hem de sırtını ayete dayayarak muknî, kısa ve muhkem bir cevap verir.[1]
O suale verilen cevabın asrımıza yansıması tavsiye niteliğinde şöyle yankılanır:
“Şimdi diyorum: Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.”
Mehmet Çetin
26.02.2019 Londra İngiltere
[1] Bu cevaplar Risale-i Nur Külliyatı’nda mevcuttur.