Arapçada “bilmiyorum” anlamındaki “laedri” fiilinden türetilen, zamanla sofestaileri değerlendirmek için kullanılan laedri; 19.yy.da ise müslüman müelliflerinin Batı felsefecilerden etkilenerek “agnostisizm”i kullanılması ile Bediüzzaman’ın Allah’ı marifette “mevcud-u meçhul” unvanıyla ifadesini, iltibas ettirilmemesi iktiza eder ve fakat derin farklılık da ihtiva eder.
Fars kültürü tesirinde kalan sofestailer daha çok Şia anlayışı ile imamlarının masumiyetinin takviyesi noktasından farklı yorumlar yaparak tereddüt uyandırmışlardır. İmam-ı Maturidi ve Eş’ari, eserlerinde bunlara cevaplar vermek durumunda kalmışlardır. İmam-ı Gazali’nin müessir çalışmalarıyla agnostik( bilinemezcilik) ve septik (İnatçılık) fikirler yaygınlaşamamışlardır. Fahreddin Razî, cismanî bir mevcutta bile hayrette kalan insan aklının, cismanî olmayan Allah hakkında ne durumda olabileceğine dikkat çeker.
19.yy da ziyadesiyle tartışılan ancak 20.yy da gündemini koruyamayan agnostisizm, bugün ise, Allah’ın varlığını ve yokluğunu ispatlamak için bir gayrete girmeyen, sadece günlük hayatına Allah’ın varlığını sokmayan bir anlayış durumundadır. [1]
Agnostik veya sofist, insanın; eşyayı duyularla algıladığını, ama duyuların ise ferdîlik arz ettiğini, insandan insana değişeceğini ve dolayısıyla sabit, kabullenmiş bir hakikatin olmadığını, böylece âlem hakiki manada yok olduğunu, bir görüş diğerinden daha doğru veya yanlış olamayacağını, yaratıcının varlığı ve mahiyeti ise insanı aştığını vs ifade eder. Sofist, Allah var mı yok mu, bir kanaate varamamış, şüphe içerisindedir, agnostik gibi.
Akıl; eşyayı, kıyas ve izafiyetle anlamaya çalışır. Dolayısıyla eşyanın mana ve mahiyetini hakiki olarak kavrayamaz. Aklın varacağı en son nokta “Hakiki hakaik-i eşya, Esma-i Hüsnadır”
Bozuk olan ikinci Avrupa bir eline felsefeyi diğer eline medeniyeti alarak insanlarını huzura götürememiş, iktisaden çöktüğü ve çökmelerin başlamasının yaşandığı gibi felsefesi ile de girdiği bunalımdan kurtulamamaktadır. Mevcud teslis vs. inançları, bilim ve gerçeğe ters düştüğü, içerisinden çıkamadığı için kâinata ve yaratıcısına yok diyemediği gibi var da diyememenin sıkıntısı ve inadı içerisindedir. Hâlbuki insan malikini ve sahibini bilse ve tanısa, rahmetine iltica, hikmetine itimat ederek vahşî dünya ona nezih bir âleme döner, huzur bulur.
İşte bu tereddütlerin arasında sıkışan insana Bediüzzaman, Rabbimizi bize tarif eden Efendimiz (asm), Kur’an, kâinat ve vicdan dörtlü tarif edenlerin yardımıyla kâinatın Halık’ını, vücudu vacip ve bir olması gereken Allah’ı anlatır, tarif eder. Bu izahlarında ise, geçmişteki hataların yapılmaması için Allah’ı “mevcud” ifadesi ile tarif ederken dikkatli olmamızı söyler.
Zira herhangi bir mahlûku ifade için kullandığımız “mevcud” kelimesine yüklediğimiz manaları Allah için de kullanırsak, Halık-ı Kâinatın âleme şamil olan esma-sıfat-efalini idrak edememenin ötesinde bu manaları tamamen kapatmış, görünemez hale getirmiş, mahlukiyete düşürmüş oluruz. İşte bu da “menkur” olur, inkâr olur, âdeta kaş yapalım derken göz çıkarmış oluruz.
Üstadın “mevcud-u meçhul” ifadesinde kabul-ret gibi bir tereddüt yok. Hayatından Allah’ı çıkarmakta yok. Rabbimizi anlatmasında, Vücudunun vacibiyetini izah ve ispatta hiçbir sıkıntısı da yok. Bu noktalardan dolayı agnostik ve sofistlerle uzaktan yakından alakalı değil, benzer de değil. O, Rabbimizin yanlış anlaşılmamasının derdindedir. Onun için, Sokrat öncesi filozofların tabiat araştırması sonrasında çıkan sofist, agnostik, septik, ateist, sübjektivist, monoteist, rölâtivist ve İslam’ın klasik çağında ortaya çıkan sofestai görüşlerine karşılık tedbiri alarak; “Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul unvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder.”[2], diyerek kullandığımız kelimelere yüklediğimiz manalara dikkat etmemizi ısrarla tembih eder.
Evet, Cenab-ı Hakka, mevcud-u meçhul unvanıyla bakarsak, tarif edemediğimiz, ama olması gerektiğine inandığımız, mevcudiyetinin keyfiyeti noktasında bilgisiz olduğumuz, şeklindeki yaklaşım ve ifadelerle anlatmaya çalışırsak o zaman anlamaya, bilmeye, marifete yaklaşmış oluruz. Kullanmak durumunda kaldığımız kelimeler ise ancak, Zat-ı Akdes’i tefekkür etme noktasında birer unvan ve işaret olabilirler. Bu şekli ile bir kısım manalar; tezahüre, belirgin hale gelmeye yani nurlanmaya başlar. Dolayısıyla kâinatta tecelli eden, her şeyi kuşatan, ihata eden mutlak sıfatı ile vasıflanan o unvanların anlaşılmasıyla, kalb ve zihinde mütalâalarla tüluların, kalbe doğuşların olması pek muhtemeldir.
Böylece insan hem Rabbini doğru tanıyabildiği gibi hem de hakiki Rabbine kavuşmuş olur.
Mehmet Çetin
28.11.2011-Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir
[1] TDV. İslam Ans. C.27 sh. 41, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Dr. Süleyman Hayri Bolay, sh.13,242
[2] Mesnevî-i Nuriye, sh.211