Birinci Lem’a’da geçen “esbap bilkülliye sukut etti.” ifadesini günlük hayatımızda ararken hayatımızın her anını sarmış da haberimiz yokmuş.
Gençliğimizde sıktığımız taştan su akıyordu, arkamızdan methiyeler. Para ganimet, mal mülk sürüsüyle idi. Bir gün ansızın hastalanıp, yataklara düşüyoruz ki ilacın biri bin para ama fayda vermiyor. İşimizi kuruyor, yuvamızı oluşturuyoruz, derken evlatlara isteklerimiz istikametinde olmalarını istiyoruz. Dizimizin dibine çekiyoruz, dün bize yapılanlar gibi. Nasihatlerimizi damarına dokundurmadan anlatıyoruz, geniş zamanlı cümleler kurarak. Başına gelen olumsuzlukları da şahit ve delil getirerek. Ama o bildiğini okumaya, nefsinin arzularına devama, çizdiği ve çıkamadığı dairenin içinde dönmeye devam ediyor, biz ise duaya. İşimizi yoluna koyduk, başına da sağlam personel. Arada yaptığımız kontrollerimiz muhkem. Aklımızın erdiği ve yeterli gördüğümüz sebeplere teşebbüs yerinde. Sağlığımıza dikkat ediyoruz, şifaya davet eden sebeplere teşebbüs ediyoruz ama hastalanıncaya kadar.
Sıralanabilecek hayati meşgalelerimizi uzatmadan sebep namına neler varsa yerine getiriyoruz, dahası varsa onu da. Ama bir noktaya geldiğimiz de görüyoruz ki artık sebeplerin de bittiğini; elimizde zannettiğimiz her şeyin yetersiz kaldığını alnımızdaki ter, sırtımızdaki yük gibi anlıyoruz. Gelen ibretli bir musibet alnımıza çarpan taş gibi uyanmamıza sebep olduğunda ayvanın sarı, narın kırmızı, mevsimin sonbahar olduğunu fark ediyoruz.
En güçlü olduğumuz anda en aciz, en zengin olduğumuz konumda en fakir olduğumuzu idrak ediyoruz. Böylece Birinci Lem’a’nın tadını zevkini şimdi daha iyi anlıyoruz. Artık başka türlü okuyor ve dinliyoruz. İnsan, kendinde var zannettiği güç ve kudreti ile ayakta durabiliyor, bu doğrudur ki günlük hayatının devamında lazımdır, bu da doğru. Ancak bu duygunun cüz’i ama kaynağının külli olduğunu bilmek gerekir.
Sırrı keşfedilmeyen sebepler, tevekkülde ayak bağı, imanın kemale ermesine mani oluyor. Yunus’un (as) fırtınalı denizinden, bizim dağdağalı dünya hayatımızdan; O’nun zifiri karanlık gecesinden, bizim ise gaflet nazarı aydınlattığımızı zannettiğimiz karanlık istikbalimizden ve nihayet O’nun müthiş bir balığın karnından; bizim de nefsimizin emrinden kurtuluşumuzu sağlayacağını zannettiğimiz sebepler sukut etmiş durumda iken selametimiz nasıl olacak?
İnsan mahiyetinin muhteşem kuşatıcılığı ve masiva ile alakalı oluşu sebebi zaviyesinden uzak yakın, büyük küçük her şeyden etkilenir. Huzur verenlere kavuşmak, keder verenlerden uzaklaşmak arzu eder. Cenneti istediği gibi, cehennemden dahi sakınmak ister. İşte böyle bir insanın arzularını sağlayacak bütünüyle sebepleri izzet ve azametine perde yaratan Allah’tır, (cc). Sebepleri ve sonuçlarını yaratan Allah’a iman ise teslimi şart kılar.
Bize düşen, sebeplerin bittiği noktada aczimizi ve fakrımızı yeniden hissedip, yaşayıp, mağfiret dua ve duyguları ile Mevla’mıza sığınmak, “iyyake nâ’büdü ve iyyake nestaîn”i samimi ifade etmektir.
Mehmet Çetin
18.11.2013.Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir
Tek gavsın Allah (cc) olduğunu, sebeplerin sukut ettiği noktada “Yetiş” denecek başka hiç bir merci olmadığını ve günde 5 vakit 50 defa “iyyake nestain” diyen bir müminin Allah’dan(cc) başka hic bir varlığı imdada çağırmaması gerektiğini ve kimi çağırırsa çağırsın imdada koşanin ALLAH(cc)olduğunu ama başkasına gavs diyerek şirke düşeceğini anlatan güzel bir yazı olmuş.Bu hakikati yaşarak anlamıs olman yazını da samimi yapmış.Benim de “iyyakena’budu” üzerine cok yazıldı.”iyyake nestain” üzerine yazı yaz,İhtiyaç olan bu, dememi de anlamışsındır, inşaallah.Gayretlerinin devamını ve Rabbimin tevfikini dilerim.Selam sevgi ve dualarımla