Dolmuştayım. Genç bir bayanı inerken şoför görmemiş olmalı ki arabayı hareket ettirdi. Bunun üzerine, “Bari inseydim de öyle hareket etseydiniz” şeklindeki sitemkâr ifadesi, kalan bir kaç yolcunun kısa ama dertli sohbetine sebep oldu.
Kibarlaştırarak aldığım sitemli cümle yolcularda dertleşmeyi sağlayan ortak nokta “Ah bu gençler” ızdıraplı cümlesi ile özetleniyordu. Herkesin kendine göre haklı gerekçeleri vardı.
Arkadan orta yaşlı, güneş gözlüklerini başının üstüne kaldırmış ve son ana kadar hepimizin rahat duyabileceği şekilde telefon görüşmesi yapan bayan başladı:
-Ah bu gençler, ne kadar da saygısız oldular(!)
Arka taraftan kırk yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir beyefendi devam etti:
-Çok haklısınız. 1994 den sonra bir haller oldu bunlara.
Bu yolcu bir şeyler bildiğinin şifresini vermişti. Konuşmaya istekli olduğu anlaşılıyordu. Lâkin fırsat bulamadı, zira lâfı bu sefer şoför kaptı:
-Elli yıldır bu yollarda şoförlüğüm var. Otuz yıl otobüs, yirmi yıl dolmuşta insanlara hizmetim oldu. Ama şimdiki nesil gibisini hiç görmedim.
Birkaç dakika öncesinden filan yerde inecek var mı diye dördüncü tekrarının ardından, bir yolcunun arkaya tekrarlanan anonsu aktarmasından sonra nihayet ince ve sessiz bir ses “var” diye cevap verdi. Bu son anda ortaya çıkıştan dolayı yan yola sapmak durumunda kalan şoför cevapsız bırakmadı, “ah be kardeşim zamanında cevap verseydin ya”.
Şoförün sabır torbası dolu idi. Yetmiş beş yaşında olduğunu bunca yılın neticesi olarak insanları çok iyi tanığını pekiştirdi.
Benden önceki son yolcunun inmesi, anlatılanları yalnız olarak dinleme ve muhatap olma sorumluluğunu da bana yükledi. Sabırla dinledim bu yetmiş beşlik çınarı. Sohbet, yolculuğun ve zamanın hızlı geçmesini sağlar. Son durağa yaklaşırken benden cevap istercesine baktı, bekletmedim:
– Bu tohumu eken biziz, dedim. Bunlar bizim evlâtlarımız. Bizdeki terbiyenin evlâtlarımızda olmadığının sebep ve sorumluğunu zamana, çevreye vermenin yanında kendimizi unutmamamız lazım. Bir yerde arızamız var ki nesillerimizde de böyle arızalar ortaya çıkıyor.
Vedalaşarak ayrıldık, o kendi iş dünyasına dalarken ben de iç dünyama. Benim iç dünyam bu sefer muhasebe ile meşguldü. Başkasının değil sadece ve yalnızca kendi hesabımdan sorumluyum, bunu bir kere daha teyit ettim. Sorumluluğum irademin yettiği yere kadardır. Başkasının hareketlerinden dolaylı sorumluluğum olmakla beraber esas sorumluluk alanımı bir kere daha idrak ettim.
Evlâtlar elimizin altında iken, verilmesi gereken terbiyenin verilmesi, atılması gereken tohumun tavında atılması gerektiğini idrak ettim. Kalbime doğan bu düşünceler geminin uzaklaşması ile biraz önce yakınımda olan denizin benden uzaklaştığını, ama uzaklaştıkça da büyüdüğünü gördüm, içim acıdı. Uzattığım elimin kısa kaldığını, ıslak gözlerimle müşahede ettim.
Evet, evlat deyice gözleri yaşarmayan baba arıyorum. Bulsam, onunla dertleşeceğim. Bu dertleşmemizin evlâda yönelik bir faydasının olup olmadığını soruyorsanız, geçin onu. “Tohum sekiz yaşına kadar atılmalıdır.” diyen ilim adamlarına havale edeyim sorunuzu. Bizimkisi dertleşmektir ki şimdikiler ona galiba deşarj diyorlar. Hiç yoktan bu iş iyidir, dedikodu ve gıybete varmadan faydalıdır.
Bu saatten sonra yapacağımız bir şeyimiz olmalı bu vakitten önce yaptığımıza da derman olmalı, diye düşündüm. Dua evvel ahir yapmamız ve yapacağımız vazifedir. Sözlü duayı her zaman yaparken, fiili dua ise, yeri ve zamanı geldiğinde olmalı.
Unutmayın, ‘Babanın evlâdına duası, peygamberin ümmetine duası gibidir.” O halde duaya devam etmeliyiz.
Mehmet Çetin
28.04.2013 Bostancı İstanbul