Hayattan ziyade bir hakikat olan ölümün; hatırlatıcılarından nur yüzlü, yetmişlik belki de seksenlik iki büyüğüm, namazda iken sağımda ve solumda idi. Teravihin uzunluğu ve meşakkati onlara olan dikkatimi ve rikkatimi fazlasıyla cezbetti. Dikkatim rikkate ve nihayet şefkate inkılâb ederken Risale-i Nur’un dört esasındaki şefkatin, hayattaki isabetini bir kere daha yaşayarak idrak ettim. Namazdaki hûşûma, bu tefekkür bir başka âlemi dahil etti.
Bütün insanî ve hayvanî ihtiyarların ve yaşlıların hayalen bir araya, yanyana gelerek ittifak ve ittisali ile hasıl olan arzî mana külliyet kesbetti. Böylesine küllî mânâ ile, rahmet ve şefkat-i İlahîyenin celbine vesile olan hâli, insanlara vererek hikmetini ve kudreti anlatmak isteyen İrade-i ilahiye ve Kudret-i Rabbaniyeye değil gücenmek aksine şükrettim.
Bu tefekkür ertesi günü ikindi sonrası okunan selâ ile bir başka manaya taşıdı beni. Nasılda yanık okuyordu. Çocukluğumdan beri zihnime yerleşen, müezzin rahmetli Ahmet Hocanın yanık, içli ve deruni sesini hatırladım. Derken hayatımın bütün sahneleri sinemanın değişen, değiştikçe ayrı ayrı ibretlik hâllere dönüşen hatıralarımı hatırladım. Gençliğim, Nur cemaati ile tanışmam, öğretmenliğim ve öğrencilerim, nihayet ailevî ihtiyaçtan dolayı istifam ve ticarî hayatım, uzatmayayım işte Anadolu’nun timsali olan köyde geçen Ramazanlı günlerim.
Okunan selâ; beni, işimden ve eşimden sessizce ayırdı, musallanın üzerindeyim. Etrafımdakiler bana bakıyorlar ve okuyorlar “iyyake na’büdü ve iyyake nestaîn”lerini hatırlıyorum.
Hayatım boyu ibadetimi O’na yaptığımı hatırladım. Şimdi daha ciddi olarak bulunduğum musalla taşında ve biraz sonra konulacağım kabirde yine Rabbimin istiânesine ve yardımına ihtiyacım olduğunu anlıyorum. Bu hakikatin ve imanın getirdiği itminan rahatlatıyor ve sadece ibret ve tefekkür ile seyrediyorum, beni seyredenleri.
Keşke sesimi duyabilselerdi onlara çok değil az, ama öz diyeceklerim var idi. Geçmiş ve gelecek zamanın geniş aralığına hükmedemeyen ama sadece şimdiki zamanın dar, kısa, aralığı olan “an”a hükmeden yalnızca o kadarcık var olabilen hayattan ziyade büyük bir hakikat olan ölümü hatırlamaları, arkadaş olmalarını nihayet sevmelerini anlatacaktım.
Azrail’i (as) sevdiğini söyleyen Üstadımı, selâmı huzurla dinlediğim musalla taşında rahmetle andım. Ahirzamanın girdabında, ağır imtihanında çalkalanan insanlara bu hakikati anlatmakda ne kadar da arzulu ve hakikatli olduğumu burada, musalla taşında bir kere daha anladım.
Ölümün sahnesi olan musalla taşı, hem dünyaya ve hem de ahirete bakar. Ben bu taşda dünyaya bakarken hiç de üzülmediğimi hayretle görüyorum. Öteden beri çok arzulu ve iştiyaklı olduğum ahiret yolculuğuna başladığım için aksine sevindiğimi hissediyorum. Şairin dediği gibi ben de “Ümitler içindeyim, Rabbim çok şükür ölüyorum.” dediğini kalbimin dilinden işitiyorum.
Ölümün “Şeb-i aruz” olduğunu söyleyen Mevlana, ne kadar da haklı imiş. Zira Üstadım vuslat kapısı olarak tasvir ederdi. İşte bu kapıdayım, musalla taşının üzerinde. Keşkelerimden daha fazla şükürlerimin olduğunu hayretle izlemekteyim. Hizmetin içerisinde olma ile verilen nimet olduğunu anladım artık. Bunlara da şükretmem lazım idi.
Müezzin bu şükrü selânın son cümlesi ile hatırlattı ve ben de hamd ettim. Tekrar dünyadayım, hem de eşimin yanında, evimde. Onlar bana ben onlara bakarken herkes göz penceresi ile seyrediyordu birbirini. Sanki diyeceklerimiz var idi.
Önce ben söylemek istedim; hayalen, tefekküren yaşadıklarımı anlatmaya çalıştım. İçli ve hisli gözyaşları ile dinlediler. Sohbetin ardından hayat, dünyaya daldı gitti işte…
Nereye dalarsanız dalın, nereye kaçarsanız kaçın ama ben eninde sonunda karşınıza çıkacağım ve benimle iyi anlaşmaya bakın diyordu lisan-ı hali ile ölüm.
Bu Ramazan-ı Şerif hakikaten pek feyizli geçmekte. Hayatımdaki her şey, yaşadığım, hissettiğim ne varsa “Rabbimin bir fazlıdır” hakikatini; dünün ve yarının musalla taşı olan bugün, bir kere daha söyleten Rabbime sonsuz kere daha hamd ediyorum.
Mehmet Çetin
02.08.2011-Doğanbey-Beyşehir-Konya