Bir Cuma namazı sonrasında televizyon tamircisi rahmetli Durhayat arkadaşımın dükkânına uğradım. Muhabbetli sohbet, karşıdaki beyaz eşyacı Mustafa’nın dikkatini çekmişti ki dâhil oldu halkaya.
Gözüm onda idi ve dikkatlice izliyor, tanımaya çalışıyordum. Biraz sabırlı takibin ardından yakalım, nüktedan idi. Hemen bir fıkra patlattım.
Birbirini seven çiftten erkek olanı yüksek lisans için yurt dışına çıkar. Gel zaman git zaman, uzunmuş gibi olan sayılı günler çabuk geçer. İstanbul’a gemi ile gelen delikanlı, limanda bekleyen nişanlısını görür ve heyecanla el sallar. Heyecan o dorukta ki parmağıyla oynadığı nişan yüksüğü aniden çıkar, yerde sıçradıktan sonra doğruca denize düşer. Bizimki hem şaşkın ve hem de parmağında yüksüğü göremeyen nişanlısına ne cevap vereceği telaşı içerisine düşer. Bu pürtelaş ile çaktırmadan gemiden iner, öfkeli adımlarla ilerideki balıkçı lokantasına girer. Bir balık siparişini verir ama aklı yüksükte. Derken tabak içerisinde kızarmış balık gelir. Boş gözlerle, çatalla balığı tutarak diğer elindeki bıçakla balığı ortadan ikiye kesince bir de ne görsün?
Nüktedan Mustafa aniden atıldı:
-Yüksük, dedi. Ben de,
-Kılçık, dedim ve müthiş bir kahkaha koptu!
Edebi sanatlarda kat’ sanatına bir örnek olarak anlatırdım, Edebiyat derslerimde, bir zamanlar. Nüktedanı yakalamak için iyi bir malzeme olmuştu ve maksat hâsıl oldu.
Bu tanışma faslının ileriki Cuma namazı sonralarında artık Mustafa Ünal’ın dükkânındayız, orada namaz sonrası çay ve kısa sohbetimizi yapıyoruz.
Sohbet biraz daha hız kazanınca evine davet etmeye başladı. Ancak sorular üst üste geliyordu, zorla sıraya sokup, sabırla tanzim ediyoruz. Nihayet ev sohbetlerimize davet ettik. Anadolu’nun kışı malum, hele Şereflikoçhisar’ın ki daha da soğuk idi. Misafirlerin ayakları üşümesin diye bir düzine terlik almıştım, geldiklerinde giysinler diye.
Evindeki bir akşam sohbetine gittiğimizde Mustafa kapıda durdurdu beni ve gayet ciddi bir soru patlattı:
-Mehmet hocam, kaç numara giyiyorsun, dedi.
-42, dememle beraber dolabın kapağını açtı ve altına bakarak terliği önüme koyunca bu sefer kahkahayı biz patlattık.
Anadolu’nun insanı bir birine lakabı ile seslenir, yani ünvanı ile. Çatçatlı Safa, Berber Atak, Köfteci Hayrettin Hoca, Altıncı Mehmet Hoca, Postacı Hakkı, Doktor Orhan Hoca, Komutan Dursun (rahmetli) ve bizim nüktedanımız Yaylak’lı Mustafa (Ünal).
Bir akşam sohbetinde bizim evdeyiz. Mustafa erkenci idi. Arkadaşlar gelmeden duvara bir çivi çakmam lazım. Sandalyeye çıktım ve masanın üzerindeki çekici vermesi için Mustafa’ya seslendim:
-Mustafa kardeşim, çekici alabilir miyim?
-Tabi, buyurun, bence bir mahzuru yok, deyince sandalyede asılı kaldım!
Mehmet Çetin
22.04.2016 Bostanlı İzmir