Siyaset penceresinden Nur Hizmeti-1

Avatar photoPosted by

A.Giriş

Rabbimize hamd, peygamberimize salâvat, üstadımıza rahmet dualarımızla başlarken Rabbenağfirli duasındaki bütün mü’minlerin mağfireti külliyetine bizleri de dâhil etmesini Rahman ve Rahim olan Rabbimizden niyaz ediyoruz.

Emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münker hizmetinin temeli olan iman hizmeti mihverinde Risale-i Nur hizmet esasları ile İhvan-ı Müslim hizmet esaslarını, dünyada gelişen olaylar vesilesi ile bir kere daha değerlendirmek zarureti hâsıl oldu.

Çalışmamızda veya sohbetimizde bu iki hizmetin sadece “siyaset” noktasındaki değerlendirmelerini ele aldık. Ayrıca yine İhvan’ın siyaset konusundaki değerlendirmelerini bütün bütün teferruatı ile vermek yerine özet halinde vermek, Nur hizmetinin siyaset konusundaki değerlendirmelerini ise ayrıntıları ile olmasa da esas noktalarını nazara vermeyi tercih ettik.

Kendi meslek ve meşrebimize göre hareket etmek bizim Üstaddan ve Külliyatımızdan aldığımız terbiyedir.

Ülke içinde ve ülke dışında gelişen hadiselerin hassas hale gelmesi bakış açımızı yeniden tashih etmeyi zaruri kılmakta. Muhakemede sıkıntı çekenler muvazeneyi kaybetti. Dördüncü dairenin cazibedarlığı birinci dairedeki asıl vazifemizden uzak düşürdü.

Bediüzzaman, dış dairelerdeki hadiselere iman dairesindeki hizmeti esas alarak bakmayı tespit etmiştir. Bütün hadiseler iman noktasından değerlendirilmelidir. İman hizmetinin ana plana alınmadan yapılan hizmetler, Risale-i Nur hizmetine göre hedef sapmasıdır. Dolayısıyla hakikatte de isabet kaydetmemektedir, mesuliyete mucip olmaktadır.

Bu sorumluluktan hareketle zaman zaman minder dışına çıkma ihtimali bu vazifeyi ihtar etti.

Rabbim hepimizi Risale-i Nur ile iman hizmetinde istikamet üzerine olanlardan eylesin.

Mehmet Çetin

20.01.2014.Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir

1. Bediüzzaman’ın siyasetten uzak kalma gerekçesi

Tahlilimize Üstadın siyasetten uzak kalmasını izah eden ifadeleri ile girelim.

“Belki hizmet-i Kur’ân, beni hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor. Şöyle ki:

Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde, kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde, karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor; düşerek, kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu hisseder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar.

İşte bunlara karşı iki çare var:

Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.

İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.

Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Hâlbuki o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazen arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.

İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâlet-pîşe olan sefîhâne hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüz eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise hakaik-i Kur’âniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, euzu billahi min-eşşeytani ves-siyase deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım. Gördüm ki, siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur’ân ve gösterilen envâr-ı Kur’âniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve itham etmemek gerektir-meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola!

Elhamdülillâh, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’ân’ın elmas gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.”[1]

Hayat yolculuğunda bulunan insanoğlunun ahvalini anlatır. Bu yolculukta yüzde seksen kısmı selametli yolu göremiyor. Bunların uyarılması lazımdır. Bu da iki yol ile olur. Birinci yol topuz diye tanımlanan kuvvet/kanun yani siyaset ile diğeri ise nur diye tanımlanan tebliğ ve ikna iledir ki Kur’an hakikatlerinin anlatılmasıdır..

Siyaset yolu ile yüzde yirmi ile uğraşmaktansa, iman hakikatlerinin yüzde seksene gösterilip ayılttırılması ve imanlarının kurtulmasına vesile olmak, hem daha güzel hem de neticesi olan bir yoldur diyor. Bu yüzden Üstat tek yol olarak, şaşkınlık ve çaresizlik içinde olan yüzde seksene iman hakikatlerini ders vermeyi görüyor.

Siyaset yolu, hem riskli hem de neticesi garanti olan bir yol değildir. Her iki yolu da elde tutmak nura ve iman hakikatlerine zarar vereceği için, topuzu, yani siyaseti bırakıp, bütün dikkat ve mesaiyi iman hakikatlerine ve Kur’an nuruna sarf etmek gerekiyor. Zira siyaset ile nur beraber bulunur ise, kafası karışık ve şaşkın olan yüzde seksen, ürker ve nura ve iman hakikatlerine kalbi bir tatmin ile bağlanamaz. Bu yüzden Üstat iman hakikatlerini siyaset ile bulandırmamak için siyasete bulaşmamıştır.

Duygularla hareket etmenin yanında akıl ile hareket etmek önemlidir belki de daha önemlidir. Ehl-i Sünnet’in mühim alimleri de akıl ile hareketin ehemmiyetine dikkat çekerler. Yaşanan hadiselerden akıl yolu ile çıkarılan ders, yaşanacak olaylara rehber olmalıdır. Bu cümleden hareketle İslam ve insanlık tarihini iyi bilen Bediüzzaman, içerisinde bulunduğu ve çevresinde gelişen hadiseler karşısında şaşıran ehl-i imana pusula vazifesi yaparak itidalli ve istikametli yolu göstermiştir. Bu yolun, başkalarının yol ve yorumuna benzememesi belki başlangıçta tam anlaşılmamasına sebep olabilmektedir. Ama zaman, yaşanılan hadiselerle Bediüzzaman’ın tespitlerinin doğruluğunu tastik etmektedir. İşte Osmanlı’daki Sened-i ittifak  ve Tanzimat hareketlerinin ardından gelişen meşrutiyet denemeleri, toplumsal ayaklanmalar, ihtilaller karşısında hep akılla hareket ederek istikameti bulmamıza işaret etmiştir. Aklın yolu muhakeme ve muhasebelerden geçmektedir. Bunlar ise yaşanan ve mevcut olanların kıyaslanmasıdır. Mihenk ise iddia olunan şey için getirilen delil, gerekçe ve akibettir. Sulh ve sükunu, huzur ve asayişi, itidal ve istikameti temin için getirilen delil ve bu gerekçelerle yapılan uygulamanın sonunda akıbet söylenildiği gibi olumlu neticeleri verdi mi? O zaman haklılık kazanabilir, değilse kendini hesaba çekerek, hata yaptığını idrak etmelidir.

Üstad, “Eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlal.”, derken önceki zamanlarda yapılan uygulamalardan mühim bir kısmının eskinin özelliklerini taşıyan şartları değiştiğini, şartların değişmesi ile hükümlerin de değişececeğine işaret etmektedir. O halde eski şartlara bina edilerek getirilen hükümleri tatbik etmek mümkün olamamaktadır. Yeni şartlara göre nassın esaslarına uygun hükümler çıkarılarak Müslümanların önü açılmalıdır. Dolayısıyla yeni hâl, yeni dünya artık demokrasiye doğru gitmekte idi. Bu gidiş esasında dört halifenin seçiminde uygulanan reyin ve görüşün beyanı şeklinde tecelli ve tezahür eden; halkın, yöneticisini seçmesindeki iradesidir.

Halkı teşkil eden bireyin iradesi son derece önemlidir. Toplumun selametinin tuğlasıdır. Kendi değer ve yargıları ile bilinçli olan toplumun kendi yöneticilerini seçmesi elbette doğru olanıdır.

Bizim toplumumuz inanan insanlardan, mü’min ve Müslümanlardan müteşekkildir. İslam’ın temeli imandır sonra ameldir. Amelin iman ile şuurlanması son derece önemlidir. İman şuuru ile donanımlı olan insan, günlük hayatını sürdürürken çağın getirdiği imkanı kullanır ve zorladığı şartlar karşısında aklını kullanarak imanına en uygun çözüm yolunu üretir ve uygular.

Yaşadığımız gün ve günlerimizde toplumu tahlile tabi tutan Bediüzzman yukarıda da ifade edildiği gibi yüzde seksenini tereddütlü görür ve onların ikaz edilmesini ister. Bu hizmetin, ya iman hizmeti veya idare/siyaset hizmeti ile olacağını söyler.

Üstadın şu ifadeleri zirve bir tespittir: “İşte, ben de, nur-u Kur’ân’ı elde tutmak için, euzu billahi min-eşşeytani ves-siyase deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elimle nura sarıldım.” Kur’an nurunu elde tutmak için siyaset topuzunu atmak ve iki eli ile nura sarılmak. Başka eserlerinde topuzu kullanmak yani siyaset yolu ile hizmet etmek bize ait değil, der ve bu hizmeti yapacaklara da prensipler tavsiye eder. Evvela hürriyet-i Şer’iye ve istibdat-ı mutlakı kırmaktır.[2]Bu vazife, eskinin Ahrarları olan Demokratlarda olduğunu söyler. Onlara desteğini sürdürür, istikamet verir, nokta-i istinat olur.[3]Nur Talebeleri de siyasi meselelerde karşılık beklemeden bir ibadet havası içerisinde, ibadet kastı ile, ihlas içerisinde siyasilere istibdatın kırılarak, hürriyetin önünün açılması, asayişin temini istikametinde dayanak olur, istikamet verir.

Üstad, Külliyatta Kur’an ve iman hizmetinin siyasete girmeye mani olduğunun izahını şöyle yapar:

“Kur’an ve imanın hizmeti ne için beni menediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer.”[4]

Bu izahlar Bediüzzaman’ın siyasete girmemesi ve dolayısıyla bizim de girmememiz konusundaki esaslardır. Siyasi tarafgirlik hukuku zedelemektedir. Bu noktadan da sakınılmasını söyler.

Evet, Nur Talebeleri iman hizmeti ile doğrudan alakalı ve vazifelidir. Ellerindeki elmas değerindeki bu hakikatler var iken siyasete meyil ederse halkın yanıltılması ve tereddüde düşürülmesi olacaktı. Onlar diyeceklerdi ki bunlar ellerindeki ve dillerindeki iman hakikatleri ile bizi yanına çekip sonra partisine kayıt mı edecekler? Bu anlayış ile elmas değerindeki iman hakikatlerini şişe değerine indirmiş oluruz ve vebal altına gireriz.

Siyasete ayaklanma, başkaldırma gibi hadiseli şekilde kuvvet kullanılarak girilip, idareyi ele geçirmek niyetini ise, neticesi şüpheli olduğu için binler günaha girmek ihtimali var, diye düşüncesini ifade eder.

Nedir bu günah? Günah hükmünün kaynağı nedir? Cevap ayet ile gelmektedir. Pek çok ayette geçen, mesela Zümer suresinin 7. Ayetinde geçen hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez mana ve mealindeki ayete dayanmıştır. Bu ayetin yorumunu karar ve harekâtı ile yapmıştır. O bunu şöyle ifade eder.

Birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak; vicdanım kabul etmiyor.”

Bir gemide dokuz cani, bir masum var ise o gemi hiçbir adalet kanunu ile batırılamaz diye dikkatleri çeker.

Bu noktadan Nur Talebeleri siyasete uzaktırlar, idareye talip olmazlar.

Üstadın siyasete girmeme konusunda Külliyatın pek çok yerinde sıkı sıkıya ikazları var. Bu ikazları yapar iken siyasilere yön vermek, tavsiyede bulunmak, Nur Talebelerine de mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olmak, dost olmak, ihtiyat kuvvetinde dayanak noktası olma vazifesini hatırlatır.[5]

Üstadın en büyük siyaseti, yüzde sekseni teşkil eden toplumun imanının kurtulmasıdır. Zaten toplum dönüşmeden, devlet ve siyaset de dönüşmez. Bu yüzden Üstat hem toplumun imanı hem de dönüşümü için çabalamıştır. Bunda da düşünenler için zararsız ve ince bir siyaset anlayışı vardır.

Üstad, Eski Said döneminde dine ve ilme hizmet niyeti ile bir miktar siyasete girdiğini bahseder.[6] Neticesinin şüpheli, müşkülatlı ve nihayet iman hizmetine mani görür. Çoğu yalancılık ve ecnebi parmağına alet olma ihtimalini ifade eder.

Risâle-i Nur eserlerinde din ile siyaset ilişkisi açısından, vakıa olarak üç tarz-ı siyâset tespiti yapılmıştır: Bunlar: “Siyâseti dinsizliğe âlet etmek, dini siyâsete alet etmek ve siyâseti dine alet ve dost kılmaktır.”[7]Üstad, siyaseti dine alet ve dost edilmesini tavsiye eder, dinin siyasete alet edilmesine karşı çıkar ve özellikle siyaseti dinsizliğe alet ederek hürriyeti kaldırıp istibdatı getireceklere de dikkat çeker.

Üstad, siyaset yolunu tamamen men etmiyor. Sadece nura ve iman hakikatlerine talip olan birisinin siyaseti beraberinde götüremeyeceğine işaret ediyor. Yoksa nuru siyasete alet etmeden, kendi namına siyaset yapmakta bir sakınca yoktur. Nitekim Üstadın talebeleri içinde şahsı namına siyasete girenler olmuştur.[8]

Bu zamanda dini, bir partinin tekelinde gibi göstermek ve din adına hareket etmek çok zararlı ve sakıncalı neticeler doğurur ve doğurmuştur. Üstad Hazretleri siyaset alanını  bütünü ile boş bırakılmasını savunmamıştır, sadece Risale-i Nur’un her kesime ulaşması açısından siyasete bulaştırmamak gerektiğine işaret ediyor. Ama şahıslar cemaatin adına olmamak kaydı ile, kendi namına siyaset yapabilirler, o alanda hizmet edebilirler.”[9]

Siyaset dâhilde, yani İslam memleketinde olursa, tarz ve üslup yumuşak ve müspet olmalı, o zaman yapılan siyaset faydalı olur, bu tarz siyasete Üstad Hazretleri de olumlu bakmıştır. Üstad Hazretleri kendi döneminde tek partili ve baskıcı rejime karşı, çok partili ve demokratik rejimi açıktan desteklemiştir.

Radikalizm, siyaset yolundan farklı bir kavramdır. Radikalizmde şiddet ve silah ile mücadele manası vardır ki, bu, dâhilde, yani İslam dairesinde caiz değildir. Silahlı mücadele ve cihat, ancak harici düşmanlara karşı ve devlet eli ile olabilir. Yoksa ümmetin kendi içinde radikalizm ile mücadele etmesi doğru değildir.[10]

1.2 Nur Talebelerinin asıl hizmeti nedir?

Kendisi yaşadığı tecrübesine dayanarak dine hizmet etmek isteyenlere selametli yolu gösterir. Bu yolu gösterirken esas tespitini temele oturtur: O da “hem en lüzumlu hizmet, ifadesidir.

Acaba en lüzumlu hizmet nedir? Niçin bu konuyu en lüzumlu olarak isimlendirir?

Meyve Risalesi’nin Dördüncü Meselesi’nde bunu gayet çarpıcı tespitlerle ifade eder. Tespitlerinin içerisinde kıyaslamalar yapar.“En mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kur’an için şiddetle siyasetten kaçıyor.” İşte en lüzumlu hizmeti açıklamaları ile kabre imanlı girme davasına hizmetini ehemmiyetle anlatır. Bu konunun devamını o esere havale ediyoruz.

en lüzumlu hizmet” tespitinin devamında bu hizmete mani” tembihi dikkat çekicidir. Yani en lüzumlu hizmet etmeye mani olan bir özelliği var siyaset ile hizmetin. Mani olma özelliği ile beraber “hatarlı bir yol” olması da söz konusu. Nedir hatarlı kılan özellikler derseniz cevap geliyor: “Çoğu yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına âlet olmak ihtimali var.”

1.3 Siyasette yalan ve alet olma durumu

Siyasiler verdikleri sözü çoğu zaman tutamamaktadırlar. Sözü şahısları adına verirken, bulundukları konumun değişmesi, diğerlerine hâkimiyetinin yetersiz kalması, konuyu incelemeden söz vermesi, devletin imkân ve parasına dayanarak rahat söz vermesi, bürokrasinin engelleri gibi sıralanabilecek sebeplerden dolayı sözler yerine getirilemiyor ve dolayısıyla yalan oluyor.

Bir başka husus ise, siyasetin tabiatındaki yalancılık, coğrafya ve sınır tanımıyor. Yalancılığın yanı sıra yabancılara alet olma durumu da söz konusu. Oynanan oyun yukarıda da bahsedildiği gibi çok güçlü. Münafıkane oynanan oyuna insan bilerek girse zaten oyunun bir parçasıdır, tercihidir, hidayet temennisinde bulunuruz. Ancak bilmeden ve istemeden ve hatta farkında olmadan kapılmaya, girmeye insan üzülmektedir. Olay sadece bilmeden, farkında olmadan girmekle kalmıyor dünya ahiret sorumluluk ile karşı karşıya geliyor. Ayrı üzücü bir husus daha var ki, siyasetçi bulunduğu makamın daha kötülerin ellerine gitmemesi saf niyeti ile onlarla beraber olmayı tercih ederek alet oluyor.

1.4 Siyasetteki tarafgirlik

Bediüzzaman , Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur.”, diyerek siyasette taraf tutmanın getirdiği sorumluluktan bahseder.

Siyasette tarafsız kalmak siyasetin yapısı itibari ile çok zordur. Mecliste kararlar grup halinde alınmaktadır. Milletvekilleri ferdi karar alabilme hakkına uygulamada sahip değiller.

Bulunduğu grubun kararları siyaseten doğru ama hakikat noktasında değilse o gruba üye olmasından dolayı hayır diyemeyeceği için sorumluluktan kaçamaz. Ayrıca hak muhalif olduğu grupta ise hakka taraftar olamayacağı için yine sorumluluktan kurtulamamaktadır. Zira bu sefer dâhil olduğu grubu siyaseten karşı grubun hilafına karar almaktadır.

İşte bu gibi durumlar siyasetin yapısında olduğu için uzak durup kendisini siyasi bir anlayışa uygun görmemektedir. Yok, “Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesail tavazzuh etmiş, herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır.”

Geçen ifadeler bir taraftan kendi savunmasını yaparken aynı zamanda yol gösteren ifadelerdir. Mevcut idareye muhalif olarak siyasete girildiğinde iki durum ile karşı karşıya kalınacak. Biri fikir diğeri kuvvettir.

Gerek tarafgirlikte olsun, gerekse muhalif tarafta olsun; her ikisinde de mübalâğa tehlikesi vardır. Biri hükümete tarafgir olduğu için doğrularını abartır, diğeri muhalif olduğu için yanlışlarını abartır.Yani hükümete tarafgir olan “Haydar Ağa! Haydar Ağa!” der, bu tarafgirliği cihad sayar, oy vermek için ölüleri de diriltmek ister; muhalif olan ise “Haydo! Haydo!” der, hükümetin bir an önce yıkılıp dökülmesini ister.
Oysa her ikisi de isabetli üslûp değildir.

İsabetli üslûp, Bediüzzaman’ın dikkat çektiği üslûptur: Yalnızca “Haydar” demelidir.
Yani hükümet edenin doğru yapabileceğine de, yanlış yapabileceğine de ihtimal vermelidir. Doğrusu olduğunda—tarafgir olarak değil—, vatandaş olarak duâ etmeli; yanlışı olduğunda ise demokratik eleştiri hakkını kullanmalı, uyarmalıdır.

Dâvâmız olan “hürriyet-i şer’iye” bunu gerektirir.[11]

1.5 Siyasi tarafgirlik hukuku zedeliyor

Eğer fikri bir muhalif olarak siyasete girilecek olursa buna da gerek yok. Zira anlaşılması ve anlatılması gereken konular açıklanmış, aydınlığa kavuşmuş. Herkese malum olmuş. Dolayısıyla teşebbüs beyhude olacak.

“Eğer kuvvet ile ve hâdise çıkarmak ile muhalefet etsem, husulü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var.”, ifade ve tespiti çok dikkat çekici. Zira siyasi tarafgirlik hukuku zedelemektedir.

Yaşanan bir gerçek var; siyasiler oy kazanmak uğruna mevcut hükümetin aldığı doğru ve faydalı kararlara çoğu zaman muhalefet ederek hadise çıkararak hukukun zedelenmesine netice verirler.

1.6 Kökü dışarıda olan cereyan

Üstadın siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet olmaları tehlikesidir.

“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” [12]

Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın, “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.[13]

1.7 Hizmetin kudsiyetinin bozulması

“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” [14]

İfadesinin son cümlesi nihayi derecede önemlidir, izahtan uzaktır.

Bediüzzaman, siyasetçinin zaten tam dindar olamayacağını, çünkü siyaset yapanın nefse rububiyet vermekten, riyadan ve enaniyetten kolay vazgeçemeyeceğini, oysa tevhid dini olan İslâm’ın ve İslâm ahlâkının bunları reddettiğini kaydediyor.
Dünya saltanatının aldatıcı olduğunu söyleyen Bediüzzaman, bu sebeple siyaset yapanın, enaniyetini ve menfaatini terk etmezse dinî bağlarının zaafa uğrayacağını ve hatta dini terk etmek tehlikesiyle yüz yüze kalacağını hatırlatıyor.

2.İki Cemaatin kısaca siyasi değerlendirmeleri

Türkiye’deki Nur Talebeleri, Mısır’da ve Arap beldelerinde bulunan İhvan-ı Müslim’in namında ittihad-ı İslâm’a çalışan cemiyetler gibi müstakil cemiyet midirler?

Ve onlar da onlardan mıdır?

Bu sorular emsali sorulara vekâleten sorulardır. Bunlara ayrı ayrı ve yeri geldikçe müşterek cevap arayalım.

Nur Talebelerinin ve İhvan-ı Müslim’in cemiyetinin gerçi maksatları; iman ve Kur’an hakikatlerine hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların dünya ve ahiret saadetlerine hizmet etmektir; fakat Nur Talebelerinin beş-altı cihetle farkları var. Biz burada konumuz itibari ile siyasete bakış açısını ele aldık.

Nur Talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kutsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri asla mevcud değil.

Nur Talebelerinin siyasete bakış açılarını, içtinap sebeplerini izah ederken “İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar. Vaziyetleri itibariyle siyasete temas etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükümetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta çok şubeler açmışlar.

Nur Talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser İslâm memleketlerinde intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükümetlerde bulundukları halde hükümetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü meslekleri siyaset ve cemiyet olmadığından hükümetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Bu fark her iki cemaatin arasındaki temel fark olma noktasındadır.

Bu fark Türkiye’de bulunan ve İhvan hizmeti paralelinde kanaate sahip anlayışlarla farklılık arz eden bir husustur.

Bu fark yıllardır bazılarınca anlaşılamayan ve tenkit edilerek, suçlanıp, itham edilip dışlanan bir farktır.

Yine bu fark ne garip ve ne kadar üzücüdür ki yıllardır Risale-i Nur’u okuyup da hala bu temel anlayışı bir türlü hazmedilemeyen, anlaşılamayan, kavranılamayan bir farktır.

Ve nihayet bu fark, herkese nasip olmayan bir farktır.

3.Din namına siyaset

Bediüzzaman’a soruyorlar:

“Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor? Din namına meydana çıkmak lâzım.”
Bediüzzaman diyor ki: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.”

Yine diyorlar ki: “Nasıl anlarız?”

Bediüzzaman cevabında mealen şu ölçüyü veriyor: Eğer fasık destekçini, dindar muhalifine tercih ediyorsan, din namına değil, siyaset namına meydandasın demektir! Yine eğer dini kendi tekelinde göstererek, zaaflarınla dini gözden düşürüyorsan ve ekseriyeti dinin aleyhine geçiriyorsan siyasî tarafgirlik yapıyorsun demektir.

Bediüzzaman bu meseleyi mealen şöyle örneklendiriyor: Meselâ iki adam kavga ediyorlar. Birisi düşeceği sırada elindeki Kur’ân’ı koruması için diğer güçlü olana uzatırsa, hareketi Kur’ân sevgisinden kaynaklanıyor demektir. Yok, uzatmayıp Kur’ân’ı kendine siper ederse, kendisiyle beraber Kur’ân’ı yere düşürmüş olur ki, Kur’ân’ı nefsine âlet ediyor demektir.

Dinin umumun mukaddes malı olduğunu ifade eden Bediüzzaman, dinin dâhilde menfî şekilde kullanılamayacağını kaydediyor.

Siyasetçi dine ve dinin mukaddes değerlerine elbette hizmet edebilir, etmelidir de. Fakat bu hizmetini siyasî malzeme yapamaz, yapmamalı. Çünkü bu durumda dini ucbunuza, riyanıza, ikbalinize, çıkarınıza âlet etmiş, dini kendinizle beraber yere düşürmüş, dini dâhilde menfî tarzda kullanmış olursunuz.
Nihayet Bediüzzaman soruyor ve cevaplıyor:

“Acaba şimdiki menfî siyasetçilerin fetvalarından istifade edecek kimdir, bilir misin? Bence İslâm’ın en şedit hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”[15]

Netice itibariyle, dini siyaset kavganıza âlet yaptığınızda, İslâm düşmanlarının ekmeğine yağ sürmüş oluyorsunuz.

Bu da en iyi ifadeyle, dine cinayettir.[16]

Din namına siyaset, Risale-i Nur’da tasvip edilmeyen, ancak şartlara bağlı olarak ruhsat verilen bir husustur.

Dini siyasete alet etme hususunda son derece titiz olan Bediüzzaman, din namına yapılacak siyasette en fazla çekindiği konu dinin siyasete alet edilmesidir. “Yüzde altmış yetmişi mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyasetin başına geçebilir” ruhsatı ile hükümet edeceklere “Dini siyasete alet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir” şeklindeki istikamet göstermesi çok önemlidir.[17] Mevcut kanunlarla ve hazır olmamış şartlarla din namına siyaset yapmak isteyenleri bekleyen tehlikeye de şöyle işaret eder:”Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslamiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o part başa geçmemek lâzımdır.[18], der.

Neydi endişesi?

Dinin siyasete âlet edilmesi en birincisidir. Zira din umumun malıdır. Kabre girecek her insanın dine ve imana ihtiyacı vardır. Dolayısıyla iman hizmetinde bulunan kesinlikle başka bir gaye ve menfaat gütmemelidir. İmana muhtaç olan “acaba imana dair konularla beni kendine çektikten sonra bağlı bulunduğu grubuna, partisine, ekol veya cemaatine çekmek ister mi? endişesi o kişiyi imani konuları dinlemekten alıkoyması son derece önemlidir.

İslami terbiyenin zedelenmesi ile doğacak sonuçlar elbette İslami sorumluluk getirecek. Dolayısıyla terbiyenin İslami olması ile ıslah edilmesi tavsiye edilir. Bunun başka bir izahı insanlarımızdaki dini hassasiyet kırıldı, iman hayata etki yapamaz pasif duruma düştü. Tanzimattan bu yana dünyevileşme veya dinden uzaklaştırılma her çeşit malzemeyi kullanarak yaygınlaştırıldı. Kurt gövdenin içine girdi. Mukavemet zorlaştı. Değil cemiyetin insanın bünyesi buna dayanamaz. Dolayısıyla körleştirilen basiret gözünün yeniden ihya edilmesi gerekir. Ta ki dostu düşmanı ayırabilsin, hakkı yükseltsin. Bunun için bütün sıkıntıların kaynağı iman zafiyetini tez elden kuvvetlendirmek gerekir. İşte bütünüyle Risale-i Nur serapa iman hakikatleri ile doludur ve vesile olduğu hizmetin meyveleri milyonlarca imanlı talebeleri ortadadır.

Siyasetin cinayeti diye işaret ettiği konu çok ciddidir. Bunun için ayeti delil gösterir. Birinin hatası ile başkasını sorumlu tutmanın[19] ayete zıt olduğunu, dolayısıyla hukukun muhafazasının çok önemli olduğunu ısrarla ifade eder. Ancak günümüz siyasetinde karşı partiden kim olursa olsun, haklılığına haksızlığına, imanlı imansız olduğuna bakılmaksızın suçlanmaktadır. Bunun nihayeti tarafgirliği netice vererek toplumda kutuplaşmalara varır. Asayiş kalkar terör kol gezer. Kendi partisindeki fasık birisini tutar, karşı partideki mütedeyyin insanı suçlar hale gelmekten, şeytandan sığınır. Böylesi siyasi anlayıştan da Allah’a sığınır.

Siyasete girmek isteyenlere ruhsat vererek şartlarını sıralar. Ancak o konu bu çalışmanın doğrudan konusu olmadığı için burada girmeyeceğiz. Sadece yukarıda bahsedilen altmış yetmiş şartını zikrettik.  Kaldıki o oranlardan ne ve nasıl anlaşılmalı bunlar mütalâa edilmesi gereken husulardır.

Şartlar ve zemin hazır olmadan din namına siyasete girmek, dini siyasete alet etmek mecburiyeti ile kalma hususundaki vebal pek büyüktür. Dini hassasiyetin aşınması neticesini verir ki günümüz acı gerçeği bununla kıvranmaktadır. Faize olan hassasiyet, dünyevileştirilme ile aşındırıldı. Boşanmalardaki ürkütücü artış son derece korkutucudur. Haram helal şimdiki kadar hiç bu kadar yakınlaşmamıştı tarihte. Süfyan, bütün fitnekâr hıncı ile içeride, deccal bütün ifsat kuvveti ile dışarıda taaruza geçti, ahirzamanın sahnesinde. Allah yardımcımız olsun.

Nur Talebelerinin siyasete girmemeleri, siyasilerden yardım talebinde olmamaları, idareye müdahale etmemeleri, fitneye set olup asayişe çalışmalarına hep imana hizmet noktasından bakmak gerekir. İman; hürriyetin, sükunetin, samimiyetin olduğu zeminlerde en güzel çiçeklerini açar ve meyveler verir.

İmanın cereyanında ve başka cereyanlarla alakasının olmadığını ifade eden Bediüzzaman, Meyvenin Dördüncü Meselesi’nde en büyük dava kabre imanlı girebilmek olduğunu ifade eder. İmanlı girmenin en önemli yolu da ihlasdan geçmektedir.

Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:
“Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var.
Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.”[20]

Bu ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.

İşte o masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.
Halbuki, ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin şefkat, himmet ve hikmettir.
İşte, asrının mânevî öncüsü olma şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor.[21]

“Din namına” siyasete giren Mısır merkezli İhvan-ı Müslimin cemaati ile Türkiye merkezli Nur Talebelerinin sabıkasız, müstakim hizmet metodunun mütalâa edildiği bu sohbetimizde günümüzdeki olaylar bir manada kafa karışıklığına sebep olmamalı.

Mısır ve Suriye’de zulüm var. Ortada zulmün olduğu Mısır ve Suriye hadislerini değerlendirirken yine Risale-i Nur’dan cevap arayalım.

Mısır ve Suriye’de zulüm yapan zalim bir yönetim var. İşte bu noktan Üstadın zalim ve müstebitler karşısındaki tavrını anlamaya oradan prensip çıkarmaya çalışalım.

Genel olarak İhvan hizmeti, iman hizmetini yapıp siyasetle dine hizmet etme davansından vazgeçmeli. Bu metodla dine, dindarlara ve masumlara zarar vermekten başka eline hiçbirşey geçmeyeceği endişesi taşıyoruz. Yaşananlar bizim endişelerimizi doğrular istikamettedir.

“Bir cemaat siyasete bulaştığında neler olur?

Cemaatin siyasetine uyan şeytanlar melek, melekler şeytan olur. Şeytanlara rahmet, meleklere lânet okunur.
Yalan, ikiyüzlülük, rakibini bertaraf etmek ve hedefine ulaşmak için herşeyi mübah, hattâ vacip görmek, menfaatinden başka bir meşruiyet ölçüsü tanımamak gibi huyların cümlesi cemaatin sıfatları arasına girer ve yerleşir.

Böylelikle, onları siyasete yaklaştıran herşey, o nisbette de İslâmdan uzaklaştırır. Hattâ o raddeye getirir ki, Müslümanlarla beraber görünmekten utanır hale sokar da başkalarının patronluğunda izzet arayışına sevk eder.
Bunlar ne kadar koyun postuna bürünmüş olursa olsun, içlerindeki canavarı ortaya çıkarmak pek kolaydır: Bunun için çıkarlarına şöyle bir dokunmanız yeter!”[22]

4.Sivil Mücadele

Bediüzzaman harice karşı kuvvetin kullanılmasını ama dahilde asayişe kuvvet verilmesini tavsiye eder. Dahildeki zulmün mücadelesinin ise hukuki yollarla olmasını uygulamaları ile gösterir. Biz buna bugünkü ifade ile sivil mücadele diyebiliriz.

Sivil mücadele nasıl olacak. Zulmün ve zalimin olduğu bir zeminde zulme karşı yapılan mücadele örneğini yine Bediüzzaman’da görüyoruz. O’nun  zulüm ile mücadele metotlarına bakmak gerekecek.

4.1 Zulme karşı mücadele

Evvela: Üstad Bediüzzaman’ın zulme ve zalimlere karşı mücadele metodu nasıldır?

Bediüzzaman Hazretlerinin 1909 Nisan’ında patlak veren “31 Mart Vakası”ndaki tavrı gayet açık ve nettir:

Evvelâ, zabitlerine karşı isyan eden İstanbul’daki Avcı Taburlarını teskin ile onları itaate sevk edici konuşmalarda bulunuyor.

İkinci olarak, söz dinlemeyen ve papağanlar gibi “Şeriat isteriiiz!” diye bağıran muhakemesiz dindarlardan uzak duruyor. Onların yanında yahut onlarla birlikte aynı karede görünmemeye azami dikkat gösteriyor.

Üçüncü olarak, bir kumpastan ibaret olan 31 Mart kargaşasını bahane ederek Selanik’ten İstanbul’a gelen darbeci Hareket Ordusunu kumanda eden bozuk İttihatçıların kurmuş olduğu Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinde zalimlerle pervasızca hesaplaşma cihetine gidiyor. Kendinden önceki on beş maznunun hiç sektirmeden idam sehpasına gönderildiğini gördüğü halde, mahkeme huzurunda “Evet, ben de İttihad-ı Muhammedî Cemiyetindenim. Evet, ben de şeriat istedim… ” diyor ve fakat şunu eklemeyi de ihmal etmiyor: “Lâkin ihtilâlcıların isteyişi gibi değil…”

Bu şu demektir: Ben yanlışa bir başka yanlışla mukabele eden, masumların kanını döken veya döktüren cereyanlardan herhangi birine taraf değilim. Ben, inandığım prensiplere göre hareket ettim.

Nihayet, o dehşetli mahkemeden beraat ettikten sonra da “Zalimler için yaşasın cehennem!” diye haykırarak, zalimin hasmı, mazlumun dostu olduğunu alenen ilân ediyor.

Zalimin hasmı, mazlumun dostu olmak, aynı zamanda mazlumu zalime ezdirmemenin yolunu bilmeyi, hassaten dâhildeki fitne ateşini söndürmenin usulünü tatbik etmeyi gerektiriyor.

Mısır’daki “İhvan”larımız, kardeş kavgasını bitirmek ve fitne ateşini dindirmek için—meydanları terk etmek suretiyle—haklı davasından vazgeçmesi ve mücadelesini ilmî/fikrî plânda kalarak sürdürmesi daha evlâ görünüyor. Tıpkı, Hz. Hasan’ın (ra) üzerine gelen Emevî (Muaviye) kuvvetleri karşısında hakkından feragat edip musalaha cihetine giderek dehşetli bir fitneyi söndürdüğü gibi… [23]

4.1.1 Zulme karşı mücadelede usuller

Bediüzzaman Hazretleri, zalimlere, darbecilere karşı halkı meydanlara çağırır, kitleleri sokağa döker miydi?

Bediüzzaman’ın esas aldığı Kur’ânî hizmet ölçülerine göre, tecavüz eden haricî düşmana karşı ölmek var, öldürmek var; dahası, kifayetli vatandaşını ölüm kusan cephelere sevk etmek var. Tıpkı, 1915’te Kafkas Cephesinde mütecaviz Ruslara karşı yapılan şanlı mücadelede olduğu gibi… Fakat dâhilî düşmana veya dâhildeki (meskûn mahaldeki) işgalcilere karşı aynı mücadele tarzıyla mukavemet edilmez. Edilse şayet, çoluk-çocuk, kadın, hasta, ihtiyar gibi binlerce sivil masuma zarar vereceği için, bu da bir “menfi hareket” tarzı olur yahut menfi hareket hesabına geçer. Zira mütehakkim zorbacı kuvvet, hâsıl olacak her türlü fiilî hareketi kendi lehine çevirebilir.

Bediüzzaman’ın bu noktadaki tavrına misal olarak da, aşağıdaki hadiseleri sıralamak mümkün.

Birincisi: 1909’da İstanbul’da darbe yaparak Meşrutiyeti süngüleyen Hareket Ordusunun, ayrıca muhalif gördükleri mazlumlara yönelik idam, hapis, sürgün, işkence gibi vahşiyane icraatlarına mukabil, Bediüzzaman, halkı veya sevenlerini meydanlara çağırmıyor, silâhlı darbecilerle karşı karşıya getirmiyor.

İkincisi: O tarihten yaklaşık on yıl sonra İstanbul’u işgal eden (1918-22) ecnebi kuvvetleriyle bile fiilen karşı karşıya gelinmemesi için büyük gayret sarf ediyor. Zira bu işgalciler meskûn mahalde. Dolayısıyla, bir İngiliz askeri öldürülse, onlar mukabilinde 200 masum ve savunmasız Müslümanı öldüreceklerini hesaba katıyor. Bu sebeple, kendi “şahsî hayat”ını riske atıyor ve fakat tabanda yürütülecek asıl mücadeleyi fikir ve gizli neşriyat plânında tutuyor. Şöyle ki: “Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi (işgalci güçlerin) tesiratı, Darü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyet’e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.”[24]

Aynı Bediüzzaman, aynı tarihlerde düşmanla cephede yapılan silâhlı mücadeleyi var gücüyle destekliyor. Meselâ, 1915’te Kafkas Cephesinde bizzat Milis Alayının başında harbettiği gibi, Anadolu’yu istilâya kalkışan Yunan kuvvetlerine karşı başlatılan Millî Mücadele hareketine de destek veriyor.

Üçüncüsü: Şarkta isyan eden Şeyh Sait’in adamı nüfuzundan faydalanarak isyana destek için gelen Mustafa Paşaya ihtarları ki teşebbüslerinden vazgeçmelerini, kardeşi kardeşe vurdurmaktan öteye işe yaramayacağını söyler. Dâhildeki hareketin kılıç ile değil, tenvir ve irşat ile olacağını ifade eder.

Özetle, Bediüzzaman’a göre, elindeki vatandaş kuvvetini—ihtiyaç olduğunda—cepheye sevk etmek var, ancak bu kuvveti silâhlı yönetime karşı sokağa dökmek yok. Velev ki, ülkeye hükmedenler darbeci yahut işgalci komiteler olsun…

Dolayısıyla, fiilî direniş, ancak cephede olur. Dâhildeki muhalefet ise, fikir ve hukuk (adliye) zemininde yapılır. Velev ki, neticesi hapis, sürgün, zindan olsun…

Zira bunun ülkeye ve millete olan maliyeti daha az, daha hafif olur. Hamiyetli insanlar bu yolu tercih eder. Kendilerini feda ile milleti azim tehlikeden kurtarır.

4.2 Müspet hareket ve yanlış yorumlar

Halin gerektirdiğine göre hareket etmek isabetli olanıdır. Düşman dışarıdan ise kuvvetle, içeriden ise hukuk ile mücadele müspet harekettendir. Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”[25]

Düşünün: Bediüzzaman hazretleri, defalarca hapse atılırken, elleri-kolları bağlı sürgün edilirken, zehirlenirken, idamla yargılanırken, ezan Türkçeleştirilirken, alfabe ve kılık kıyafet değiştirilirken itiraz etti, ama isyan etmedi. Neden isyan etmediğini soranlara, “müsbet hareket”in önemini anlattı, “Ben Atranik’le (Yunanlı general) Enver’e (Enver Paşa kastediliyor) tokat vurmam” diyerek, içerdeki politikacıları vurmak için, Türkiye düşmanlarıyla birlikte hareket etmeyeceğini vurguladı.

Dedi ki: “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti için, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… Asayişin birer mânevî bekçisiyiz.”
Risale-i Nur talebelerine de şu vasiyeti bıraktı: “Şayet sizi yanlış anlayarak yahut büsbütün anlamayarak, ihlâs ile yaptığınız bu imân hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse, sakın menfî hareketlere tevessül etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şükürle karşılayın.”
Bu yaklaşım, “ensene vursunlar, ekmeğini alsınlar” yaklaşımından öte bir “sükünet” ve “suhulet” yaklaşımıdır.[26]

Bazıları derler ki: Müspet hareket, oturmak demek değildir. Her vatandaş demokratik tepkisini ortaya koymalı, koyabilmeli. Ölüm pahasına da olsa, buna karşı gelinmemeli. Mısır’da yapıldığı gibi, insanlar şerefiyle ölmeli, şehit olmalı, vesaire… Sanki millete dönüp “Sakın ha! Oturun! Susun! Kımıldamayın! Hiçbir şey yapmayın!” diyen var…

Cerbeze yapmaya hiç gerek yok. Meydanlara çıkıp tavır koymaya, kalabalıklar halinde direniş sergilemeye gelince…

Bir yerde demokrasi varsa, demokratik mücadele yapılır.

Demokrasi askıya alınmışsa, yani canına okunduysa yahut demokrasi ile birlikte kanunlar süngünün ucuna takıldıysa, orada demokratik mücadele diye bir gerçekçilikten söz edilemez.

İnsan hayatı azizdir. Fikir ve dava öncüleri kendi hayatlarını feda edebilirler. Lâkin kitleleri galeyana getirip onları topluca ölüm vadilerine doğru sevk etmeye, hiç kimsenin hakkı yoktur.

Türkiye’nin çok yakın tarihinde, zorbaların dayatmasıyla meşru iktidar devrildi, cuntacılar işbaşına geldiler. Acaba 1960 ve 1980 darbeleri ile 1971 Muhtırasındaki o hengâmede Nur Talebeleri ne yaptı, nasıl tavır takındı?

Özellikle de, 27 Mayıs 1960 Darbesindeki tutum çok önemlidir. Zira üç ay kadar evvel vefat eden Üstad Bediüzzaman’ın hemen bütün talebeleri, hizmetkârları henüz hayattadır. Acaba, onlar da toplanıp “Darbecilere karşı direnelim. Meydanlara çıkalım. Şu silâhlı cuntacılara karşı göğsümüzü siper edelim…” dediler mi? Demedilerse ve böylesi bir tavır sergileme cihetine gitmedilerse, bunun sebebi nedir? Hangi ölçü ve kıstasa göre hareket ettiler?

Bu hususları da etraflıca düşünmekte büyük fayda var.

Mısır halkının karşısında” olmak tam bir vicdansızlık olduğu gibi, o masum halkın zarar görmemesi, katliama uğramaması yönünde gayret göstermek de aklın, vicdanın, uhuvvetin iktizasıdır.

Şimdi yukarıdaki suallere cevap olacak kısa araştırmalarda bulunalım.

5.Siyasetin değerlendirilmesi

5.1Müspet-menfi siyaset

Bediüzzaman Avrupa’yı, milliyeti, felsefeyi ve siyaseti müspet ve menfi olarak ikiye ayırır. Böylece “ya hep ya hiç” anlamında toptancı bir anlayışa sahip olmadığını da ifade etmiş olur.

Konuya Siyaseti menfi ve müspet değerlendirmelerini özetle ifade ederek devam edelim

5.1.1 Menfi siyaset anlayışı

Beş noktada toplayabiliriz:

1.Siyasetin her vesile ile münafıkâne dinsizliğe ve her türlü zulme ve ahlaksızlığa alet edildiği ve de milleti aldatarak halk için halka rağmen yaklaşımla hareket eden siyasi anlayış.

2.Dini her fırsatta siyasetlerine ve kendi maddi ve manevi çıkarlarına alet eden, hareket noktası İslamî sevgi ve dini gayret olmayan ve esasında hareket noktası siyaset sevdası ve tarafgirlik arzusu olan siyasal İslam anlayışı.

3.Irkçılık manasındaki menfi milliyetçilik prensiplerini kendine esas almış olan siyasi anlayış.

4.Dâhildeki asayişi ihlal eden, ihtilal ve isyan gibi maddi bir mücadeleyi esas alan; bu yönüyle de kavga, kargaşa ve anarşiye sebep olarak, birçok masumun zarar görmesine neden olan, hak, hakikat, şefkat ve Kur’an2ın yasakladığı siyasi anlayış.

5. Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır.”[27] Hakikatinin işaret ettiği, kendi menfaatini her fırsatta, vatan, millet ve din menfaatinin önünde gören hırsız, arsız ve çıkarcı siyasi anlayış.

5.1.2Müspet siyaset anlayışı

Beş noktada toplayabiliriz:

1. Menfi siyaset anlayışının bahsedilen beş esasına karşı olmakla beraber bunlara karşı mücadele eden anlayış.

2.Siyasi yaklaşımlarında Kur’an, İslamiyet ve vatan menfaatlerini bütün menfaatlerin üstünde tutan anlayış.

3.Siyaseti dine alet ve hizmetkâr yapabilmeyi esas alan anlayış.

4.Siyasilerin dine dost yapılmasını hedef alan anlayış.

5.Siyasi yaklaşımlarında ifrat ve tefritten uzak olup, orta çizgide, makul ve dengeli çizginin rehberliğinde hareket eden anlayış.[28]

İşte Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyu eser ve talebeleri ile yaptıkları hizmette menfi siyasi anlayıştan uzak duru ve ikaz eder.  Müspet siyasi anlayışı destekler ve yol gösterici olmuştur.

5.2 Siyasal İslam

Her konuda rehberimiz olan Resul-i Ekrem (asm) siyaset etmede de rehberimizdir. İşimiz siyasetin felsefesini yapmak değildir. Ancak konumuz icabı acaba bu mevzuda Peygamber Efendimiz (asm) alacağımız numune davranış nedir veya ölçü nedir?

Mekkî ayetlerin iman ağırlıklı, Medenî ayetlerin içtimai meseleler ağırlıklı olması bize imanın, diğer konuların temeli olduğunu göstermektedir. Mekke’de iken kendisine yapılan son derece cazip teklifleri reddetmesi ve sadece tevhid akidesinin tesisi için ısrarla mücadele etmesi ayrı bir işaret taşıdır. Nihayet iman insanların hayatına yer etmeye başladıktan sonra içtimai ve siyasi konular gündeme geldi.

Mekke’nin fethini hazırlayan Hudeybiye Antlaşması fevkalade önemli mesajlarla doludur. Uzlaşmacı, savaş değil barış, düşmanlık değil yan yana insan gibi yaşamak gibi özellikleri ile siyasete talip olanlara anlatmak istediği hususlar var.

Mekke’nin fethinin ardından Resul-i Ekrem (asm) şehre bir peygamber olarak giriyordu, başka sıfatlarla değil. Devesinin üzerinde iki büklüm olmuş ve adeta kaybolurcasına olan hali fethin esaslarından olan kardeşlik, muhabbet terennüm ediyordu.

Siyasal İslam, İslam tarihinin her devresinde değişik şekillerde ve farklı namlarda kendisini göstermiştir. Hangi suret ile olursa olsun, İslam’ın özündeki usul ve üsluba soğuk düşmekte ve çoğu zaman problemler getirmektedir. Adalet-i mahzayı değil adalet-i izafiyeyi esas edinmiştir. Kişinin hak ve hukukunu değil, cemiyetin ve devletin hakkını korumayı kabul etmiştir. Bu ve benzer hakikatlerden dolayı Bediüzzaman Hazretleri İslam’a hizmet anlayışı ile, siyasal İslam düşüncesi içinde olanların İslam’a hizmet anlayışları arasındaki temel farklılıklara dikkat çeker. Bunlar ise metod, tarz, usul ve üslup farklılıklarıdır.

Tekrar olacak gibi ama yukarıda da bahsettiğimiz 31 Mart hadiselerinin patladığı ilk günlerde uzak durarak bulaşmaması ve sonraki günlerinde daima yatıştırıcı hizmetleri bu hakikatlerin uygulamalarıdır.

Şeriatı, istibdada müsait zannedenleri şiddetle ikaz etmiştir.[29] Bu ikazları ile serilen ve uygulanan sinsi planı deşifre etmiştir, planlarını ortaya çıkarmıştır. Onlar hem Abdülhamit’i devirmek ve hemde zındıka kuvvetinin gizli kandırmalarına kapılarak Şeriat’ı istibdada eş tutmak istediler.

O günün siyasal İslamcılarına, mahkemedeki suale, “Evet ben de Şeriatı istiyorum ama isyancıların istediği gibi değil” diyerek ikazına dikkat çekiyor. İsyan ile Şeriat istenilmez ve istenilmemeli.

İsyancıların istediği Şeriat ile Bediüzzaman’ın istediği Şeriat farklı mı acaba? Hâşâ, değil elbette. Ama üslup farkı var ortada.

Şeriatı isteyen iki kesim var. Birincinin özelliklerini şöyle sıralayabiliriz. Muvazene ile zarureti nazara alarak,  dikkatli bir şekilde demokrasiyi Şeriata tatbik etmek istiyor. Bunlar memleketin içerisinde bulunduğu şartları göz önünde bulundururlar. Kötüye kullanıma karıştırılmayan gerçek demokrasiyi savunurlar ve İslam ile yakınlaştırırlar. Durumun nezaketi çerçevesinde fertten cemiyete geçen bir anlayış ile imanın hayata oradan da idareye intikaline çalışırlar.

Diğeri de, muvazenesiz, zahire aldanarak çıkılmaz yola sapıyorlar. Bunlar memleketin içerisinde bulunduğu şartlara dikkat etmiyorlar. Fitneyi, tarafgirliği ve grupçuluğu uyandırır bir üslup içerisinde oluyorlar. Fıtrat kanunlarına uygun olmadan aceleci oluyorlar. Maddi ve manevi altyapıyı oluşturmadan harekete geçiyorlar. İyi niyetli olmalarının yanında farkında olmadan zındıkanın işine yarayacak harekette bulunuyorlar. Tepeden inmeci usullerle önce idareyi değiştirmek ki adeta çatıyı, duvarı ve temeli düşünmek gibi hatada bulunuyorlar.

Siyasal İslam anlayışı içerisinde olanlar şu hata içerisinde oluyorlar. Şeriatı, kanunları kendi görüş ve düşüncelerinin gerçekleşmesi için kullanıyorlar. Yeri geldiğinde istibdadı meşru görüyorlar. Böylece en büyük zararı veriyorlar.

İslam’a henüz tam inanmamış bir kısım insanların yapılan baskı sonucu münafıkane hareket girme durumlarına sebebiyet veren bu uygulama yanlış ve zararlıdır.

Zaman güzel bir müfessirdir. Geçmişte siyasal İslam anlayışı ile hareket edenler toluma zararlı olmuşlar, İslami gelişmeleri geriletmişler, nefrete sebep olmuşlardır. Bunların niyetlerini değil uygulamalarını sorguluyoruz. Niyet okuyucusu olamayız ama tatbikatın muhasebesini hatırlatıcıyız.

Geçen asrın başında siyasal İslam anlayışı içerisinde olan Eşref Edip ve Necip Fazıl gibi zatları iman noktasında kardeş görürken ama siyaset noktasında değil.[30]

Siyasal İslam anlayışında olanların hareket kaynağı İslam sevgisi, din gayreti olmalı der. Bunların hareketi siyasetçilik, taraftarlık ise tehlikelidir, der. Bu iki anlayışı değerlendirme ölçüsü olarak; Kim fasık siyasi arkadaşını dindar muhalifine suizan bahaneleri ile tercih ediyorsa onun hareketinin kaynağı siyasetçiliktir. Siyasi tarafgirlik anlayışı, geçtiğimiz yıllarda karşı görüş ve inanış grubunda olanlara dostane yaklaşımlarda bulunma hatasını yaptırdı. Dindar insanların kendilerini desteklememelerine karşılık olarak iftiralara varıncaya kadar hakaret ettirdi.

Siyasal İslam anlayışında farkında olarak veya olmadan otorite sağlayıp daha etkin hizmet edeceğim niyetleri ile ferdiyetçilik ve nihayetinde tek adam anlayışı ile istibdata varır. Yanı sıra güçlü olmak ister ta ki hizmet alanı genişlesin Halbuki güç insanı değiştiriyor, ruhunu alıyor.

Gücü elinde bulunduran anlayış her şeyin kendisi ile kaim olduğu zannına kapılır ama farkında olmadan hizmet ettiğini düşünür.Güç, insana yaptığını hoş ve makul gösterir. Esasında insan gücü şahs-ı manevi manasındaki meşveretten almalıdır. Meşveret ikinci planda kaldığı zaman tehlike çanları çalmaya başlar. Toplumun sevk ve idaresinde meşveret manasını, meclis ciddiyetini suri kılar, tasdikçi yapar. Evet, çok akıl bir akla mahkûm olmamalıdır. Bunlar İslam ile bağdaşmayacak özelliklerdir. Din bir tekliftir, iradeye saygı duyar ve ortadan kaldırmaz.

Adı ister saltanat olsun, ister emirlik, ister krallık, ister imparatorluk, ister padişahlık, ister halifelik, ister cumhuriyet, isterse cemaat olsun–kurumu ve adı ne olursa olsun–; rey-i vahide mahkûm edildiği anda derman olmaktan çıkıyor.
Bakınız: Fıkıhta rey-i vahide itibar edilmez; “icma-i ümmet”e itibar edilir ve icma-i ümmet dört mezhebe göre de dinî hükümlerin önemli bir delilidir. Tarikatta şeyhin rey-i vahidine itibar etmek ise bir usûldür. Bu, konumuzdan hariçtir. Ama siyasetin ve cemaatin rey-i vahide mahkûm edilmesini Beyanat ve Tenvirler kabul etmiyor. Siyaset ve cemaat, tarikatlaşmamalıdır!
İşte Risale-i Nur, Nurcuların iman hizmet biçimlerini olsun, sosyal ve siyasî tercihlerini olsun rey-i vahidin yetkisine vermemiş, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinden çıkan meşveret heyetinin sorumluluğuna yüklemiştir.
Demek siyasette ve cemaatte isabetli kararlar meşveretle geliyor; isabetsiz kararlar ve neticede ise tokatlar rey-i vahidle geliyor.[31]

Siyasal İslam galip olduğunda Müslümanlar dünyevileşiyor. Acı ama yakın tarihimiz buna misaldir. Toplumda dini duygulardaki hassasiyet kırıldı, sıradanlaştırıldı. Dünyanın çok cazip takdimi gelir giderdeki dengeyi bozdu ve faiz bataklığında ahiretinin mücadelesinde çoğu Müslümanlar yenik düştü.

6. İhvan’ın siyasete bakışı

Şimdi, burada en ufak bir tereddüt eseri dahi göstermeksizin şu hususu rahatlıkla ifade edebiliriz ki: Mısır-Suriye eksenli İhvan-ı Müslimin hareketinin takip ettiği siyaset de, yukarıda ifadesini bulan o “menfi siyaset”in şablonuna oturuyor.

Yani, onlar elbette ki bizim din kardeşlerimizdir. Niyetleri halistir. Zulme uğrayıp büyük mağduriyet yaşıyorlar. Zalimlerin saldırılarına maruz kalıyorlar. Dolayısıyla, onların bu durumuna yanarız, ağlarız; şehitlerine rahmet okur, zalimlere de lânet yağdırırız. Lâkin bu durum onlara taraf olmamızı, yani onların takip ettiği siyaset metodunu benimseyip tasvip etmemizi gerektirmez.

İşte, asıl o zaman hata etmiş oluruz. Meselenin tam bu noktasında, Yeni Asya Gazetesi yazarlarından M. Latif Salihoğlu’nun yaşadığı hatıra konumuza ışık tutacaktır

“1996 senesinin başlarıydı. Erbakan liderliğindeki RP, hem mahalli hem de genel seçimleri kazanmış, % 21’le Meclis’te birinci parti konumuna çıkmıştı.

Eski yazarlarımızdan Mustafa Özcan, tam da o günlerde Kuveyt’ten Türkiye’ye gelen İhvan-ı Müslimin’in Suriye temsilcisiyle bizi görüştürüp tanıştırmak istediğini söyledi.

Biz de bu teklifi kabul ile davete icabet ettik. Fatih Darüşşafaka civarındaki bir evde sekiz-on kişilik bir heyetle toplandık. O toplantıya RP’li Resul Tosun da iştirak etmişti. Üzerinde, (Tokat’tan) milletvekilliğini kıl payı kaybetmiş olmanın teessürü, burukluğu vardı.

Neyse, tanışma faslından sonra İhvan-ı Müslimin’in temsilcisi konuşmaya başladı ve hassaten bize hitaben özetle şunları söyledi: “Nur hareketine göre, iman, hayat, şeriat, iktisat, siyaset tarzında bir ehem-mühim sıralaması var. Bizde ise, böylesi bir sıralama yok.        Bunların hepsi de bize göre aynı değerde ve birbirine eşittir. Yani, şeriat ile iktisat, iman ile siyaset, bize göre aynıdır, aralarında herhangi bir değer veya sıralama farkı yoktur.”

Sonra, doğrudan bize yönelerek, biraz da hiddet ve tehevvürle şunu söyledi: “Siz Nurcular, İslâm siyasetini güden RP’yi desteklemediğiniz ve Erbakan Hocaya oy vermediğiniz için, inancım o ki, Allahu Azimüşşân, sizi doğrudan Cehennemine gönderecektir.”

Bu noktada, biz hemen söz aldık ve kendisine gereken karşılığı verdik. Böyle devam ederse şayet, meclisi terk edeceğimizi söyledik… Haliyle biraz sendeledi; ardından, edebini takındı ve konuşmasına ancak öyle devam edebildi.

Evet, mazlumların yanında ve ebetteki zalimlerin karşısında duralım.

Ama masumların ve mağdurların hakkını, hukukunu savunurken, din namına sürdürülen bir “menfi siyaset”in türbülansına düşmemeye de azami dikkat gösterelim diye, bu bilgileri siz kardeşlerimizle paylaşma ihtiyacını hissediyoruz.

Müslüman Kardeşler hareketi, Nasır zamanında silahlı idi ve sonradan silahı terk ettiler. Mısır ‘da devleti yönetmeye talip olduklarında ise; eski silahlı dönemleri akıllara endişe verdi, alerji uyandırdı. Aynı Akıncılar-İbda C ve yumuşamış hali Milli Görüş ve nihayet …. Fakat; Nurculuk ise ; daima silahtan uzak bir dindarlaşma şeklidir. Devlete talip olmamıştır, siyasete asla camia olarak girmemişlerdir. Girmiş olanlar ferdi olarak kendisi adına bu yanlışı yapmıştır. Cemaatin temsilcisi olarak asla bunu yapmamışlardır…[32]

Araştırmaya devam ediyoruz.

7.Çare ve çözüm yolları

7.1Asayişi netice veren hizmette bulunmak

Bir yerde emniyet ve asayiş bozulursa, orada ne huzur kalır, ne de sağlıklı bir din-iman hizmeti. “Çünkü birbiriyle boğuşanlar müspet hareket edemezler.”[33]

Bugün Suriye ve Mısır başta olmak üzere, birçok İslâm ülkesinde—siyasî iktidar boğuşmaları sebebiyle—ne yazık ki huzur gitmiş, asayiş bozulmuş, müspet hareket berhava edilmiştir.

Üstad Bediüzzaman, şu can alıcı sual ile evvelâ zihinleri intibaha, vicdanları ihtizaza getiriyor: Acaba, bu vatan ve dinin gizli düşmanlarının bu eşedd-i zulm-ü Nemrudânelerine karşı, manevi pek çok kuvveti bulunan bu fedakârın tahammülü ve maddî kuvvetle ve menfi cihette mukabele etmemesinin hikmeti nedir?”

Âhirzamanın Bediüzzaman’ı, bu fevkalâde düşündürücü noktayı şu sözlerle izah ediyor:

“İşte bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki:

1.Yüzde on zındık dinsizin yüzünden, doksan masuma zarar gelmemek için;

2. Bütün kuvvetiyle dâhildeki emniyet ve asayişi muhafaza etmek için;

3.Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için…

“Kur’ân-ı Hakîm ona o dersi vermiş. Yoksa bir günde yirmi sekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirim.

“Onun içindir ki, asayişi—masumların hatırı için—muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: ‘Ben, değil dünyevî hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim.”[34]

Netice itibariyle, gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki, özellikle şu sıralar Risâle-i Nur’un “asayişi netice veren” kutsi prensiplerini en müessir bir tarzda ders verip ilân etmenin zamanıdır.

7.2 Asayiş dersleri

Asayiş hakkında külliyattan kısa birkaç pasaj okuyalım.

Bizler asayişi muhafazayı netice veren müspet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Asıl mesele, bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Manevi tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhili asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir.[35] Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. …Dâhildeki hareket ise, müspet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. …Biz bütün kuvvetimizle dâhilde asayişi muhafaza için müspet hareket edeceğiz.[36]

Biz Nur Talebeleri, o cebbar gaddarlardan hakkımızı kolayca alabilirdik. Fakat… Risâle-i Nur’un bizlerde husule getirdiği kuvvetli şefkat itibarıyla ve Kur’ân-ı Hakîmin bizleri maddî mücadeleden men’ edip elimizde topuz (siyaset) yerinde Nur olması haysiyetiyle ve bütün kuvvetimizle mesleğimizin icabı olan ‘asayişi temin’ etmek esasıyla, o zalimlere maddeten mukabele edemedik.[37]

Asayişi ihlâl yolunda yüzde on cani yüzünden doksan masumun hayatını tehlikeye ve zarara sokmayı adalet-i İlâhiye ve hakikat-i Kur’âniye şiddetle menettiği için, biz bütün kuvvetimizle asayişi muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliriz.[38]

7.3 Direnmek lâzım

Darbelere ve cuntacılara bir şekilde karşı gelmek ve direnmek gerektiğini hemen her vesile ile ifade ettik, ediyoruz.

Fakat darbecilerin öne sürdüğü askerlere karşı sivil vatandaşları meydanlarda direnişe çağırmak ve bunun dinen “farz-ı kifâye” yahut “farz-ı ayn” olduğunu söylemek doğru değil.

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, Mısır’da hürriyet ve demokrasi mücadelesinde geç kalınmışlığın bedeli ödeniyor.

Nitekim İhvan’ın fikir öncülerinden efsane isim Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” isimli eserinde demokrasinin açıkça tenkit edildiği, hatta mecburiyet tahtında “İslâm iktidarı” için silâhlı şiddet metoduna başvurulabileceği ifade ediliyor.

İnşaallah, ilim ve zekâvetiyle temayüz etmiş olan Mısır’daki ihvanlarımız böyle bir yola tenezzül etmez ve kendilerini mecbur hissetmezler.

7.4 Plânları akim bırakmak

Dessas zalimlerin çok dehşetli planları olur. Basiret gözü açık olmayanlar, bu planların tuzağına düşer.

Üstad Bediüzzaman, bir mektubunda İşittim ki diyorlar ‘Said elli bin nefer kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz.’”

Cevap fevkalâde düşündürücü…

“Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup, bana ‘Çıkmayacaksın!’ diyebilir.

“Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’âna ait tellâllığımdan ve kuvve-i manevîye-i imaniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim; haberiniz olsun!”[39]

Üstad, sinsi plânları akim bıraktırmak için, bir tek nefere dahi mukavemet etmeyeceğini söylüyor.

Emirdağ’da, Üstadın kapısına Kaymakam, “Camiye, Cumaya gitmeyeceksin” diyor; keza, karakol komutanı aynı şekilde “Bu kıyafetle kırlara da çıkmayacaksın” diye diretiyor.          Üstad ise, yine “Tamam, olur” diyerek Menemen türü kumpasları akim bıraktırıyor.

Bu davranışın daha birçok misali var.

7.5 Savaş tamtamları Nur hizmetine zarar verir

Bölgemizde Suriye odaklı savaş tamtamlarının çalındığı şu günlerde, Kur’ân’ın nuruyla akılları tenvir ve kalpleri ıslaha çalışanların, yaşanan gelişmeleri daha bir dikkat ve ihtiyatla takip etmeleri ve öyle de davranmaları icap ediyor.

Aksi halde, bilmeyerek de olsa inandıkları dâvâya ve hayatını vakfettikleri o kudsî hizmete büyük zarar verme riskiyle karşı karşıya gelirler.

O halde, böylesine kritik durumlarda ne yapmalı ve nasıl hareket etmeli?

Bizler, bu zamanda rotamızı Kur’ân’ın malı ve hakiki bir tefsiri olan Risâle-i Nur’a göre belirlemek ve pusulayı da ona göre kullanmak durumundayız.

Madem öyle, biz de müracaatımızı hemen yapalım…

Uhuvvet Risalesi’nde hakikatbîn bir zat olan Hafız-ı Şirazî’nin şu hakikatli sözü yer alıyor: İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”[40]

Meseleye ışık tutan hakikatli düsturların bir kısmı da 16. Lem’a’da yer alıyor.

1930’lu yılların ortalarında telif edilen bu Lem’a’nın ilk sayfalarında peş peşe sıralanan iki “meraklı sual ve cevap” faslından anlaşılıyor ki, İngiliz ve İtalya devletleri, o günlerin Türkiye’sindeki müstebit ve müptedi hükümete ilişmek, hatta devirmek ve yerine “İslâm’a taraftar görünümlü” bir başka hükümet getirtmek istemişler.

Bediüzzaman ise, bu tarz haricî bir teşebbüse şiddetle muhalefet ediyor ve harp belâsı ile ecnebi müdahalesinin daha büyük sakıncalara yol açacağını beyan ediyor.

İşte, o meraklı sualler ve hikmet yüklü cevabın bir kısmı…

Sual: Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükümete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükümetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin membaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyasına ve bid’aların bir derece def’ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin asayişle halledilmesini duâ ettin ve şiddetli bir surette mübtedi’lerin (bid’at ehli) hükümetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir.

Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz-fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil. Zaten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler. Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur’âniyemize mühim bir zarardır.

Sual: Bu iki ay zarfında (1930’lı yılların ortaları) heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında bana, hem alâkadar olduğum çok kardeşlerime kavi bir ihtimalle ferah verecek bir teşebbüs etmek lâzımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilâkis, beni tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fikirde bulundum. Bazı zatlar hayret içinde hayrette kaldılar.        Dediler ki: “Sana işkence eden bu müptedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?”

Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki: Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslâh olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslâh etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır, nifaka inkılâp eder. …Onun için, bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor.

Evet, ecnebilerin bir İslâm ülkesine silâhlı müdahale, “hasis menfaat”li olduğundan, o ülkeyi hiçbir şekilde huzura, sükûna kavuşturmaz. Irak’ta ve Afganistan’da görünen içler acısı manzara, başka kılavuza ihtiyaç bırakmıyor.

Zira o Frengî menşe’li kirli ecnebi eller bir ülkenin iç işlerine bulaştı mı, bir daha çıkmak bilmiyor, mütemadiyen karıştırmaya devam ediyor.

İslâm toplumları, iç kargaşayı dindirmek, sıkıntıları gidermek ve uzun yıllar hâsıl olmuş manevi tahribatı tamir etmek için, kendi öz dinamiklerini harekete geçirmek durumundadırlar. Başka türlü bir düzelme, ne yazık ki görünmüyor. En dehşetli tahribatın yaşandığı Türkiye’de de görünmediği gibi

8.Siyasetten menfaat beklentisi

8.1 Genel olarak

Bu konu çok hassastır. Yukarıda işlenen konuların bir başka noktasıdır. Dolayısıyla imana hizmet iddiası içerisinde olanların özellikle dikkat etmeleri gereken bir konudur.

Bulundukları hizmetin devam ve selameti için siyasilerle yakın temas ve münasebet içerinde bulunurlar.Bir takım menfaatler icabı hiç te meşru olmayan muhabbetlerin oluşmasına sebep olur. Siyasetteki makam ve menfaat icabı bazı hassasiyetin kırıldığının çoğu zaman farkına bile varılmaz. Dolayısıyla münasebetler, menfaat ilişkileri zamanla kontrol edilemez hale gelir. Ayrıca hiçbir siyasi anlayış, otoritesinin paylaşılmasına tahammül göstermez. Hakimiyetin şirki reddetmesi tabiatı icabıdır. Bu münasebet karşılıklı bağlantı ve gebelikleri netice verir. Dolayısıyla hizmetteki ihlâs zedelenir. Nihayetinde gayr-ı meşru muhabbetin ve münasebetin neticesinin tahakkukuna fetva verdirirler. Çok yakın tarihimiz bunlara şahitliklik etmektedir.

Aslında hiçte dini hassasiyeti olmayan siyasilere hoşgörü ile yönlendirilen muhabbet bu alandaki hassasiyeti kırmış, sıradanlaştırmıştır. Gereksiz kişilere gereksiz sevgi sorumluluk getirir. Gayrı meşru muhabbetin, menfaatin ve neşriyatın neticesi mehametsiz azap çekmektir.

Görülüyor ki, aslî vazifeleri dine hizmet olan cemaatler, bu vazifelerini geri plana itip, ticarete veya siyasete girdiklerinde hiç de beklemedikleri, aşılması zor olan sıkıntılara, kaoslara maruz kalıyorlar. Kaygan ve karmaşık siyaset zemininde boy gösterip, her türlü suistimallere açık siyaset arenasına bulaşan dinî cemaatlerin kendilerini buradaki gayr-ı meşrûluklardan korumaları mümkün değil. Siyasilerin hizmet alanlarına girerek, bazı makam ve mevkileri elde etmek gayesiyle, bilinen bazı faaliyetlerin içine girerek, siyasilerin koltuklarına müşteri olunduğu hissini uyandıracak bir davranış içine girildiğinde; siyasilerin ötesinde, derin güç odaklarının buna müsaade etmeyeceklerini cemaat mensuplarının derk etmeleri gerekir. Ayrıca fiilî siyaset ile beraber aşk-ı merakla ticarete soyunan cemaatlerin dine hizmette, beklenilen başarıyı gösteremeyeceklerini de unutmamak lâzım.[41]

Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır ifadesi bu bölümü özetlemektedir.

9.Kafa ve kalblerin istikameti

Gelişen ve geliştikçe kafa ve kalblerin karışımına da vesile olan olayları iyi okumak gerekir. Resmin parçalarından ziyade bütününe bakılırsa sonuç alınır, yoksa parçalarda kaybolmak mümkündür.

İhtilafların ifsada döndüğü zeminde müsbet hareketsizlik en iyi neticeyi vermektedir. Bunu Resul-i Ekrem (asm) hadisinde mealen şöyle ifade etmektedir:“fitne çıktığı zaman atla giden attan insin, koşan yürüsün, yürüyen dursun, duran otursun” şeklinde emrettiği üzere, daha ziyade teenni etmeli, tarafsız ve hattâ “hareketsiz” kalmalı ve sadece hakkı “dikkatlice söylemek”le yetinmeliyiz. Ancak bu emir, bilhassa “zihinlerin hazır” olduğu bu günlerde istikbalimiz için bazı tesbitler yapmaya ve teşhis koymaya mâni değil ve olmamalı.

Neticede görülüyorki dışarıda İhvan içeride de  değişik ünvanlarla ortaya çıkan siyasal İslam, bulunduğu memleketin şartlarına göre özel ama genelde benzer ve ortak özelliklerle hareket ediyor.

Siyaset penceresindeki araştırmamızı birkaç madde halinde özetleyelim.

1-Ülkemizde ve yakın tarihimizde özetle Eşref Edip ve Necip Fazıl’larla gelişen devletçi ve hattâ “kutsal devlet”çi bir anlayış var. Buna göre devletin “avam-halk” tarafından değil, seçkinler tarafından elde edilip yönetilmelidir. Bunlar, devleti de toplumu dönüştürmenin bir aracı olarak kabul ediyor.
Bediüzzaman ise vicdan hürriyetini kabul ediyor, devleti hizmetkâr olarak tarif ediyor, “halk reyi”ni ve muhalefetli sistemi ifade eden demokrasinin-şûranın İslâmî bir rejim olabileceğini benimsiyor.
2- Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Dergisi ve Eşref Edip’in Sebilürreşad Dergisi ile bunların devamı durumunda olan Hilal Dergisi ve benzeri yayınlar çevresinde yetişen İslâmcıların oluşturduğu “topuz ekolü” ile Bediüzzaman’ın “Nur ekolü” arasında “din noktasında” elbette kardeşlik var.
Ama bu iki ekol, Bediüzzaman’ın da dediği gibi, “siyaset noktasında kardeş değil”ler.
Zira Bediüzzaman onların siyaset cereyanlarına ve devletçiliklerine “topuzculuk” diyor. Din hizmetinin ise devleti ele geçirince elde edilen siyaset topuzuyla değil devletten uzak kalmanın getireceği samimiyetle elde edilecek olan nasihat nuruyla olacağını söylüyor.
3- Topuzcu ekol bu güne iki ayrı damar olarak geliyor:
Birincisi bürokratik iktidarı önemseyen ve parti kurmadan ama ekip yetiştirerek devlet bürokrasisini (yürütme ve yargıyı) ele geçirmeye çalışan “Bürokratik İslâmcı” damar. Asıl damar denilebilecek bu damar millicilikle de karışıyor ve bilhassa dinî cemaatlerde kendisine yer buluyor. (“Derin devlet” denilen şeyin milliyetçi-sağcı olması da biraz buradan kaynaklanıyor).
İkinci damar ise birincinin içinden daha sonra ortaya çıkmış olan ve siyasi iktidarı yani yasamayı ve yürütmenin üst kademelerini önemseyen ve bunu elde etmek için de parti kuran “Siyasal İslâmcılık”dır.
İkisi de topuzcu olan bu iki damar da zaman zaman “kendi çapında başarılı” oluyorlar. Ama ikisi de “demokrat” olmadıkları için hem birbirleriyle hem de milletle çatışmaya hazırlar.
-Bu çatışmanın bu güne yansımasına gelince, -çok renkler birbirine karışıyor ama- asıl renk şu: Bürokratik iktidarı elde eden topuzcu ekol siyasî iktidarı elde eden topuzcu ekolün emrine girmek istemiyor. Yoksa “biri ak diğeri kara” değil.
“Risale-i Nur ekolü (mesleği)”  ise bu ikisine de –kavgada taraf olmamaya da çalışarak- doğruları göstermeye gayret ediyor.

“Kafamızı mı karıştırmak istiyorsunuz” diyen dostlara şunları tenbihleriz: Aksine, karışık olan akıl ve kalbinizin netleşmesini sağlamaya çalışıyoruz. Ortak noktaları yönünden, Üstad Bediüzzaman ile Üstad Necip Fazıl’ın ikisi de üstadınız olabilir. Ama farklı düştükleri noktalarda bir seçim yapmanız kaçınılmazdır.
Arzularını konuşturan bazıları da “bu iki üstad farklı kulvarlardadır, mukayese kabul etmez” tarzında düşünebilirler. Ama bu dostlar, yaşanan olaylarla ilgili yukarıdaki tesbitlerimizin delillerini Risalelerden bulup kendilerine okuyunca iddiamızı makul görecekler.[42]

10. Netice

Bediüzzaman siyasete Kur’an ve Resulullah’tan (asm) aldığı ilhamat ile ortaya koyduğu prensiplerle siyasi hayata ışık tutacak şekilde Kur’an ve vatan menfaatini esas yaparak siyasi değerlendirmelerde bulunmuştur.

Sosyal olayların değerlendirilmesi günlük ve sathi bakış açısıyla olmamalı ve olamaz. Olursa hatalarla dolu olur. Resmin parçalarına takılıp kalmaksızın geneline bakarak değerlendirmede bulunmak daha isabetli olanıdır.

Ahirzaman fitnesi, siyaseti dinsizliğe alet etmiştir. Şerli siyasi bir zeminde hayır icraatının tatbiki pek müşkildir. Zerratı günahkârlardan mürekkep bir siyasi zeminde masumiyetten bahsedilemez. Dolayısıyla din namına siyasal İslam hüviyetiyle ortaya çıkıp, yapılacak hizmetin dinin siyasete alet edilemeyeceğini beklemek, yanlış olur.

Şerli siyaset, tarafgirlik damarını tahrik edip İslam kardeşliğini zedeler, tahrip eder. Kalbleri ifsat, akılları geveze, asabî ruhları azap içinde bırakır. Kendi siyasi taraflısı fasık ve şeytan dahi olsa destekler; muhalifi salih ve melek dahi olsa şeytan görür. Böylece zulüm eder, zulmüne pek çoklarını taraftar ve ortak eder.

Şerli siyasetten kurtulmanın, selametle hizmet kaynağı da İslami aşk ve dini gayret olması gerekir.  İslama hizmet maksadıyla ortaya çıkanların çok dikkatli olmaları elzemdir. Her nevi şaibelerden azade olmaları elzemdir.

Yaşanan hadiselerin, Risale-i Nur hizmetinin önündeki perdelerin kalkmasına sebep olması muhtemeldir. İslamın siyasallaştırılması bu perdelerden biridir.

İfsat komitesi, önceleri laikliğin savunmasını yaparken sonra laiklikle beraber siyaseti dinsizliklerine alet ettiğine şahit olundu. Aynen onun gibi siyasal İslam anlayışı ile ortaya çıkanların alet olması, tuzağa düşürülmesi de muhtemeldir ve görüldü. Onların eli ile yerleşik hakim güçler karşısında şerli siyaset bataklığında Müslümanların cephelere böldürülerek, tarafgirlik, inat ve iftiralarla birbirine kırdırılmasına şahit olundu.

Gayr-ı meşru menfaatin ve muhabbetin cezasının vahim olacağını unutmamak gerekir. Umulurki bu hatalar umuma teşmil edilmeden umumi bir musibetin fetvasına sebep olunmasın.

“İktidar eksenli” bir “hizmet” anlayışının çatışmaları beraberinde getirip ötekileştirme, kutuplaşma ve kamplaşma gerilimini körüklemesi ve ilaveten, rüşvet-yolsuzluk iddialarının “dindar” bilinen kadrolar üzerinden de gündeme gelmesine yol açması, Risale-i Nur’da altı çizilerek vurgulanan ikaz ve ihtarların isabetini tekrar tekrar teyid eden örnekler oluşturdu.
Böylece, ister parti yoluyla, isterse devlette kadrolaşarak iktidarı önceleyen “hizmet anlayışları”nın yol açtığı bu sıkıntılı sonuçlar, dine hizmetin siyaset topuzuyla değil, ancak nur göstererek olabileceği dersini veren Risale-i Nur metodunun haklılığını bir kez daha çok açık bir şekilde ortaya çıkardı.

Nur hizmeti dine hizmette iman hakikatlerinin anlatılarak kuvvetlenmesini esas prensip edinmiştir. Dolayısla siyasete girmemenin, siyasilerden menfaat beklemeksizin onlara Kur’an, İslamiyet ve vatan namına desteklenmektedir.

İhvan hizmeti din için siyasete girerek idareye talip olup hizmet etmektedir. Bu maksat istikametinde dahil olduğu memleketlerde sebep olduğu karşı hareketler ve ifsat komitelerin tuzakları ile yaşanan olaylarda binlerce masumun zulme uğramasına neden olmuşlardır.

İhvan hareketinin silahlı harekete dönüşmemesi ve teşebbüs etmemesi takdir edilecek bir duruştur. Ümit edilir ki gelecekte de silahlı harekete dönüşmeden, karşı hareketlerini, hizmetlerini daima ilim ve hukuk ile tebliğ alanında devam ettirsinler.

Aşağıdaki bölümler basında yayınlanan ve çalışmamız ile alakalı yazılardır. Konumuza farklı tespitler açısından faydalı olacağı düşünüldüğünden buraya alınmıştır.

11.Okuma parçaları

11.1. Başbakana mektup

Sayın Başbakan!

Sizinle tıpkı 1991’de konuştuğumuz aynı samimiyet ve rahatlık havası içinde ve pek tabiî ki dobraca konuşup hitap etmek istiyorum.

Şayet, “Bu da nereden çıktı?” derseniz, kısaca hatırlatayım: RP İl Başkanı iken, 1991’de gazetemizin o zamanlar Cağaloğlu’daki binasına geldiniz. Tek başına idiniz. Habersiz, randevusuz, dolayısıyla vakitsiz geldiğiniz için, hasbel kader, muhatap olarak karşınızda sadece beni bulabildiniz.

Sizinle kısacık bir sohbetimiz oldu. Nezaket içinde fikir teatisinde bulunduk. Bizi Sultanahmet’te yapacağınız mitinge de dâvet ettiniz.

Miting günü sizi dinlemeye geldim. Konuşmanıza Fethi müjdeleyen “Letüftehel Kustantiniyyeti…” Hadis-i Şerifini okuyarak başlayıp mahzûn mâbed Ayasofya’nın vaziyetini anlatmakla devam ettiniz.

Sayın Başbakan! Böylece, size anlatmak, hatırlatmak istediğimiz konulara da fıtrî seyir içinde giriş yapmış olduk.

Evet, itiraf edeyim ki: Mahzûn mâbed Ayasofya hakkındaki tutum ve davranışınızı çözmüş ve anlayabilmiş değilim. Dahası, Başbakan olmadan ve olduktan sonraki tavrınız arasında bir çelişki gördüğümü yine dobra dobra ifade etmek istiyorum.

Lütfen, bu meselede bizi ve 15 milyona dayanan imza sahiplerini tatmin edecek mahiyette bir açıklama yapınız.

Asıl dert nedir, sıkıntı nereden kaynaklanıyor, cidden öğrenmek istiyoruz.

Eğitim ve dershaneler meselesi

Sayın Başbakan!

Toplum genelinde ve sosyal tabakalar arasında ciddî bir sıkıntı ve huzursuzluk sebebi olan dershaneler meselesi hakkında kısacık da olsa serd-i kelâm etmek istiyoruz.

Evvelâ, bu konuda “hikmet-i hükümet”in ne olduğunu tamam olarak bilmiyor, bilemiyoruz. Fakat, şu hususu gayet iyi biliyoruz ki: Mevcut resmî eğitim yetersizdir. Standardı fevkalâde düşüktür. Mevcut eğitim kalitesiyle, dünya çapındaki üniversiter seviyeyi yakalamak, neredeyse imkânsız bir durum.

Öte yandan, öğretmenlerin yarıdan fazlası hissen “tükenmişlik sendromu” halini yaşıyor. Buna de esaslı bir çare…

Hemen hiçbir veli, çocuğunu dershanelere gönderip ekstradan masraf yapmak istemez. Ne var ki, mevcut eğitim seviyesi yeterli görülmediği ve henüz başka da bir çare bulunmadığı için, ister istemez dershanelere yöneliş oluyor. Yani, suç veya suçlu bizâtihi dershaneler değil.

Vatandaşları dershaneleri boykot etmeye çağırmak yerine, lütfen bunlara hiç ihtiyaç kalmayacak şekilde yeni bir eğitim reformu yapınız.

Resmî okulların mevcut perişaniyetini gidermek de, emin olun öyle bir-iki sene zarfında olacak gibi görünmüyor.

Dolayısıyla, bu meseleyi paydaşlarıyla yeniden görüşüp gözden geçirmenin faydalı olacağı kanaatini taşıyoruz.

Lütfen öfkenize hâkim olun

Sayın Başbakan!

Biliyoruz ki, hitabette ustasınız.

Başbakanlıkta da artık “ustalık dönemi”ne girdiğinizi siz söylediniz.

Ne var ki, son zamanlarda yaptığınız konuşmalarda, ifade ve üslûp itibariyle ileriye değil, sanki geriye doğru gittiniz gibi geliyor bize. Hitabetinizde sert üslûp, öfke dili ağır basmaya başladı.

Meşhur “Balkon Konuşmaları” yapan, “76 milyonun hükümetiyiz” diyen bir Başbakan ile bugünkü haşin üslûplu Başbakan arasında büyük farklar görünüyor.

Seçim meydanlarında, miting konuşmalarında, hatta Gezi eylemlerine karşı, cuntacılar hakkında, yahut muhalefete cevap verirken kullanmış olduğunuz sert üslûbu bir derece normal karşılamak mümkün… Ama, son zamanlarda devletin savcısına, polisine ve bilhassa adına “Gülen Cemaati” denilen sivil toplum grubuna karşı takındığınız keskin tavır ve kullandığınız haşin üslûp bize hiç de normal gibi gelmedi.

Bürokrasideki durumu pek bilemeyiz. Fakat, kırk yıllık Gülen Hocaefendinin muhiblerini ve gönüllü taraftarlarını en az sizin kadar, belki daha fazla bildiğimizi ve yakînen tanıdığımız rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bazı konulardan fikren uyuşmadığımız, hizmet metodu ve telâkkisi itibariyle de farklı düştüğümüz bu insanların, hukuk ve kànun dışı herhangi bir faaliyetlerine hiç rastlamadık.

İllegal bir hareketin, menfice bir faaliyetin içinde değiller. Ellerinde kitap var; silâh değil. Şimdiye kadar, herhangi bir sabıkaları tesbit edilebilmiş de değil. O halde, niçin sakıncalı insanlarmış gibi görülüp gösterilsin ki?

Bütün hizmet ve faaliyetlerinin, hukuk dairesinde, hürriyet ve demokrasi atmosferi içinde cereyan ettiğini biliyor ve öyle de görüyoruz.

Buna rağmen tutup onları “örgüt” diye nitelemek, kaldıkları yerleri “in” diye aşağılamak, asla kabul edilemez.

Sayın Başbakan!

Bu konuda önemli bir nokta daha var: Gayet iyi biliyoruz ki, otuz sene müddetle siyasete mesafeli duran bu camia, özellikle sizin aktif siyasete atılmanızla birlikte farklı bir davranış içine girdiler.

Yani, ömürleri boyunca hiçbir partiye sizin partiniz kadar, ve hiçbir lidere şahsınız kadar teveccüh göstermediler…

Sonra ne olduysa, bilhassa 2011 seçimlerinden itibaren adım adım birbirinizden uzaklaşmaya ve son merhalede onlarla çetin bir çatışmanın içine girmeye başladınız.

Siz hükümet ve Başbakansınız. Vatandaş veya sivil gruplar hissî davransa bile, sizin aynı tarz bir mukabele içine girmemeniz gerekir. O makamda bulunduğunuz müddetçe de, bütün ülkenin Başbakanısınız. Dolayısıyla, herhangi bir kesime karşı “İstiklâl Mücadelesi” vermek tarzında bir “meydan okuma” tavrını sergilemeniz doğru değil.

Mahallî seçimlerde genel siyaset polemiklerine son vermelisiniz

Sayın Başbakan!

Halihazırdaki siyasetin gündemini genellikle siz belirlemektesiniz. Siz neyi konuşuyorsanız, hangi konuyu tartışmaya açıyorsanız, başta medya çevreleri olmak üzere siyasî muhalifleriniz de hemen hemen aynı meseleyi konuşup tartışmaya yöneliyor.

O halde, lütfen genel siyasete dair polemik konularını şimdilik askıya alın ve 30 Mart tarihine kadar halka sunulan, sunulması planlanan belediye hizmetlerini konuşmaya ağırlık verin.

Zira, ülkenin gündemi ve halkın da beklentisi, üç ay boyunca belediye hizmetlerine dairdir.

Dolayısıyla, halkın ekserisi, bu yöndeki hizmetlerin ne durumda olduğunu, iktidar ve muhalefet partilerine bağlı belediyelerin şimdiye kadar neleri yaptığı ve bundan sonrası için de ne gibi plân ve projeleri bulunduğunu duymak, öğrenmek istiyor. Çünkü, öncelikli tercihini buna göre yapacaktır, yapmak durumundadır.

Bu gerçeklikten hareketle diyoruz ki: Genel siyasî konuları 30 Mart’tan sonraki günlere ve özellikle bir yıl sonra yapılacak genel seçimler dönemine bırakmanız, ülke ve millet menfaatine olup maslahata da uygun düşmektedir.

Sayın Başbakan!

Şimdilik bu kadarlıkla iktifa ediyoruz. Şayet dikkate alınır da söylediklerimizin faydalı olduğu kanaatine varırsak, daha başka konularda da fikrimizi beyan etme cihetine gideriz.

Yoksa, boşuna ne sizi rahatsız edelim, ne de kendimizi yoralım.

Selâm ve saygılarımla…

Dobracı dost[43]

11.2. Yeni Asya’da Kamuoyuna açıklama

06.01.2014

Üstadın talebeleri adına yapılan açıklamada vurgulandığı gibi, “Risale-i Nur  hizmetinin gaye ve mahiyeti münhasıran iman hizmetinden ibaret olduğundan, onun dışındaki faaliyetlerden ve tarafgirlik mânâsına gelebilecek her türlü davranıştan kaçınmak gerekir.”

“İman hizmetine hiçbir siyasî tarafgirlik gölgesinin düşmemesi için azamî itina göstermek” gereğinin, iktidar lehine bir tarafgirliğe de müsaade etmediği kanaatindeyiz. Hele iktidarın hukuk ve demokrasi prensiplerini zorlayan müdahaleleri ortadayken…

Yeni Asya′nın, Bediüzzaman Hazretleri tarafından “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez” şeklinde dile getirdiği prensibe dayanan duruşu, çekişme halindeki iki taraftan birini seçmek değil, hak, hakikat ve doğrudan yana olma gayretinin ifadesidir.

Yeni Asya, pusudaki fitne odaklarının işine yarayacak bir çatışma içindeki tarafları, her iki cenahın tabanını ortak değerleri paylaşan insanların oluşturduğu gerçeğini de dikkate alarak, hak, adalet, vicdan ve şefkat ekseninde itidal ve sağduyuya çağırmaktadır.

Yeni Asya’nın tavrı

Siyaset tarihimizde derin izler bırakacak hadiselerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” ilkesiyle yola çıkan, sosyal ve siyasî olayları, gündemi sarsan gelişmeleri Risale-i Nur penceresinden değerlendirmeyi şiar edinen Yeni Asya, her konuyu olduğu gibi, son tartışmaları da Risale-i Nur ölçüleriyle yorumlama çabasındadır.

Bu açıklama, iktidar partisi ile bir “cemaat” arasında yaşanan tartışmada ortaya çıkan tablo ve bu konuda özellikle “Nurcu” kimliğini öne çıkararak, dahası risalelerden referanslar vererek yapılan fikir beyanlarının, “çekişen taraflardan birine destek” şeklinde sunulması üzerine zihinlerde oluşan soru işaretlerine cevap verme ihtiyacından doğmuştur.

Yeni Asya’nın tavrı için kimi çevrelerde “Cemaatin yanında saf tuttu” yorumları yapılırken, Nur cemaatinin temayüz etmiş bazı şahsiyetleri tarafından önce münferit olarak, sonra “Bediüzzaman’ın hayattaki talebeleri” imzasıyla yapılan ortak açıklamaların da “hükümete destek” yorumlarına konu edilmesi, daha önce de defaatle deklare ettiğimiz hususların bir kez daha dile getirilmesi gereğini ortaya çıkarmıştır.

Herşeyden önce, Üstadın hayattaki talebeleri olan muhterem ağabeylerimiz adına yapılan açıklamada Risale-i Nur’dan aktarılan pasajlarda vurgulandığı gibi, Risale-i Nur hiçbir şeye âlet ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamaz ve “doğrudan doğruya herşeyden evvel iman hakikatlerini  ders verme”yi esas alır.

“Risale-i Nur hizmetinin gaye ve mahiyeti münhasıran iman hizmetinden ibaret olduğundan, onun dışındaki faaliyetlerden ve tarafgirlik mânâsına gelebilecek her türlü davranıştan şiddetle kaçınmak gerekir.”

Yeni Asya olarak biz de duruşumuzu bu esaslar çerçevesinde kurullarımızın istişareleriyle tayin ve tesbit gayretindeyiz.

Bu meyanda “siyasî tarafgirliklerden uzak durup bu iman ve Kur’ân hizmetine hiçbir siyasî tarafgirlik gölgesinin düşmemesi için azamî itina göstermek” gereğinin, “seçilmiş meşru hükümeti muhafaza etme” gerekçesiyle dahi olsa, iktidar lehine bir tarafgirliğe de müsaade etmediği kanaatindeyiz.

Hele işbaşındaki iktidarın hukuk devleti ve demokrasi prensiplerini zorlayan tasarruf ve müdahaleleri ortadayken…

Keza, ağabeylerimiz adına yapılan açıklamada “Cemaat adına siyasî faaliyette bulunmak, siyasî  partilerle  pazarlıklar içine girmek, devlet içinde  kadrolaşmak, iktidara  ortak olmaya  çalışmak gibi faaliyetlerin tamamı Risale-i Nur’un iman ve Kur’an hizmetiyle tam bir tezat teşkil etmektedir” cümlesiyle vurgulanan hususu bizim de öteden beri seslendirdiğimiz bir kanaatin ifadesi ve teyidi olarak yürekten paylaşırken, aynı hassasiyetin, Risale-i Nur’da reddedilen “din adına siyaset” iddiasından vazgeçtiklerini iddia ettikleri halde halen aynı çizgide yürüdüklerini gördüğümüz iktidar kadrolarının yanlışlarına karşı da gösterilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak

Yeni Asya’nın, Üstad Bediüzzaman Hazretleri tarafından “Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez” şeklinde dile getirdiği prensibe dayanan duruşu, çekişme halindeki iki taraftan birini seçmek değil, hak, hakikat ve doğrudan yana olmak gayretinin ifadesidir.

Yeni Asya, Risale-i Nur’dan aldığı dersle adalet terazisinde hakkın tarafında olmayı varlık gayesi olarak bilmekte; en çok pusuda bekleyen fitne odaklarının işine yarayacak kıyasıya bir çatışma içindeki tarafları, her iki cenahın tabanını ortak inanç ve değerleri paylaşan insanların oluşturduğu gerçeğini de dikkate alarak, hak, adalet, vicdan ve şefkat prensipleri ekseninde itidal, sükûnet ve sağduyuya çağırmaktadır.

Bu çağrıların işaret ettiği genel yaklaşımımız ve talebimiz hak, adalet, vicdan ve fazilete yaslanan demokratik hukuk devletinin gereklerinin âcilen yerine getirilmesidir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

13. Faydalanılan kaynaklar

-Abdülbâki Çimiç, Yeni Asya Gazetesi Yazarı.

– Ahmet Battal, Prof. Dr., Yeni Asya Gazetesi Yazarı.

-Ali Vapurlu, Bediüzzaman Said Nursi’den İçtimaî Siyasî Tespitler, Yeni Asya Neşriyat, 2007

-Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Neşriyat.

-Hüseyin Gültekin, Zaman Gazetesi Yazarı;Yeni Asya Gazetesi’nde iktibas edilen muhtelif tarihli makaleleri.

-M.Latif Salihoğlu’nun Yeni Asya Gazetesi’ndeki muhtelif tarihli makaleleri.

http://www.risalehaber.com

-Süleyman Kösmene, Yeni Asya Gazetesi’ndeki muhtelif tarihli makaleleri.

http://www.sorularlarisale.com

-Yeni Asya Gazetesi, http://www.yeniasya.com.tr


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 2004, sh. 81

[2] Emirdağ Lâhikası, s: 520.

[3] Emirdağ Lâhikası, s: 812

[4] Mektubat, 2004,  sh.101-104

[5] Emirdağı Lahikası,  2006, sh.276

[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 2004,  sh. 102

[7] Abdülbaki Çimiç, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=14417

[8]http://www.sorularlarisale.com

[9]http://www.sorularlarisale.com

[10]http://www.sorularlarisale.com

[11] Süleyman Kösmene, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=13956

[12] Şualar, 2005, sh.568

[13] http://www.sorularlarisale.com/makale/9393/bediuzzaman_ve_siyaset.html

[14] Şualar, 2005, sh.568

[15] Beyanat ve Tenvirler, 2010,  s. 119.

[16] Süleyman Kösmene, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=1397

[17] Bediüzzaman Hazretleri Demokratları dört kategoriye ayırmıştır: 1- Dindâr Demokratlar, 2- Dine hürmetkâr Demokratlar, 3- Dinde hissesi az Demokratlar ve 4- Dinde lâubali Demokratlar.

[18] Emirdağı Lahikası, 2006,  sh. 746

[19] En’am :64; Zümer:7 vb.

[20] Kastamonu Lahikası, 2006, sh. 346

[21] http://www.sorularlarisale.com/makale/9393/bediuzzaman_ve_siyaset.html

[22] Ümit Şimşek, https://www.facebook.com/

[23] Mektubat, 2004,  sh.92

[24] Tarihçe-i Hayat, 2006, sh. 109

[25] Emirdağı Lahikası, 2006, , sh.870

[26] http://www.risalehaber.com/said-nursinin-musbet-hareket-prensibi-herkesi-baglar-198962h.htm

[27] Mektubat,2004, sh. 799

[28] Ali Vapurlu, Bediüzzaman Said Nursi’den İçtimaî ve Siyasî Tespitler, sh. 46,47

[29] Münazarat, 2010,  sh. 83

[30] Emirdağı Lah, 2006, Sh. 545

[31] Süleyman Kösmene, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=13944

[32] http://www.risalehaber.com/hukumet-cemaat-tartismasina-bediuzzaman-ile-katildi-200881h.htm

[33] Mektubat, sh.259

[34] Tarihçe-i Hayat, 2006 sh.1025

[35] Emirdağ Lâhikası, 2006, sh. 455

[36] Emirdağ Lâhikası, 2006, sh. 456

[37] Emirdağ Lâhikası, 2006, sh. 273

[38] Tarihçe-i Hayat, 2006, sh.565

[39] Tarihçe-i Hayat, s.  243

[40] Mektûbât, s. 258

[41] Hüseyin Gültekin, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=13801

[42] Prof. Dr. Ahmet Battal, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=14134

[43] M. Latif Salihoğlu, http://www.yeniasya.com.tr/yazi_detay.asp?id=14232

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir