Kâbe’nin kalbi-kalbin kâbesi

Avatar photoPosted by

Alâkalı âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla öncesinden var olan ama zamanla yıkılıp yeri bilinemeyen Kâbe, Hz. İbrahim (as) ve oğlu Hz. İsmail (as) tarafından yapılmıştır. Daha sonraki dönemlerde tadilatlar yapılarak günümüze kadar gelmiştir.

Hiç şüphesiz ki bu tadilatların en muhteşemi Resul-i Ekrem’in (asm) gençlik dönemindeki ve kendilerinin de çözüm olarak sunduğu kavim temsilcilerine örtü üzerinde taşıtarak mübarek elleriyle Hacerü’l-Esvedi kucaklayıp yerine koyduğu tadilattır.

Hz. Ömer’in (ra) hilafeti zamanında bir tavaf esnasında; “Ey Taş! Bilirim ki basit bir taşsın! Eğer sana Allah’ın Resulü, hürmet göstermeseydi, bende sana hürmet göstermeyecektim!” nidasındaki şirk ve putperestlik konusundaki karşı hassasiyetini her Kâbe ve Hacerü’l-Esved konusunda hatırlıyorum. Zira Peygamber Efendimizin (asm) bizim hakkımızda endişe ettiği tek konu şirk idi. Şirkin gizli-açık, afakî-enfüsî her nevinden  hassaten sakınmamız gerekir.[1]

Kâbe konusu insanlık ve dinler tarihinde mutlak yeri olduğu gibi, kalb ama özellikle gönül âleminde de mecazî olarak makamı vardır. Bunu, Yunus Emre ne güzel ifade eder:

Çalap gönüle baktı.

Gönül Çalab’ın tahtı.

İki cihan bedbahtı,

Kim gönül yıkar ise.

Kâbe, kâinatın kalbi ise; kalb de insanın kâbesidir. Bütün muhabbetlerin kaynağı kalbdir, gönüldür. İşte o kalb çekirdeğinin içerisinde pekçok hizmetçi nevinden hizmetkâr duygular var ki onlar kalbin hayat bulmasıyla kâinat onlara seyir ve temaşa yeri olur, oralarda tefekkürle, zevkle seyran ederler.

Kalb çekirdeği, evvelâ imanla hayat bulup, salih amellerle inkişaf etmeli. Bu tarz, o kalb sahibine ahlak olmalı.

Duyguların şahı olan hayal duygusu, sağlıklı ve istikametli kalbde; afakî âlemde ufuktan ufuka uçarken, enfüsî âlemde ise iç murakabe ve muhasebede huzurunu bulur. Ve illa ki kalbler, ancak Allah’ı anmakla mutmain olurlar.

Hz. Ali’den (ra) nakledildiğine göre Hacerü’l-Esved, bezm-i elestte (Kalû belâ’da) Allah’ın bütün insanlardan kendisini Rab olarak tanımaları yönünde aldığı sözü (bk. el-A‘râf 7/172) içinde taşımakta olup ondan, bu ahde vefa gösterenler lehinde kıyamet günü şahitlikte bulunması istenecektir (Ezrakī, I, 324; Süheylî, II, 273). Tavaftaki istilam ile bu manayı tekrarlıyoruz. İşte inkişaf eden ve mutmain bir kalb, Hacerü’l-Esved’in karşısında, vaktiyle verdiği sözü hatırlayıp, zamanüstü sözünü her kelime-i şehadette tekrarlamalı. Bu keyfiyet, Kâbe karşısında olduğu gibi, evinde kıldığı namazında veya getirdiği şahadet ifadelerinde de olmalı.

Fatiha’nın “iyyake nâ’büdü” (Ancak Sana kulluk ederiz) ifadesinde saklı olan “nâ’büdü” (ederiz) çoğul takılı zamirindeki –z eki, kulun; âlemin halifesi ve efendisi makamında olduğunu hatırlatır. Bu cümleden hareketle kul; her ibadetinde, arkasındaki üç taife namına yapılan bütün ibadetleri Rabbe takdim eder. Üç taife; Vücudundaki zerreler taifesi, kâinat taifesi, canlı cansız Rabbe ibadet-zikir edenler taifesi. İşte bunlar kalbden kaynaklanan, beslenen ve nihayet secdede şaha kalkan duygulardır. Kalb, secde kâbesinde Rabbi ile hemdem olmakta, damla okyanusa kavuşmakta…

Ve Ben yere göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun  kalbine sığdım.” manası ayan olur…

Mehmet Çetin

26.09.2017 Yeni Foça

 

[1] Bu yazımızın yazılmasına sorusu ile vesile olan ilkokul arkadaşım ve Almanya’da ikamet eden Necati Demirel’e selamlar.

One comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir