İlâhî kanundaki hukuk ilkeleri

Avatar photoPosted by

1808 yılındaki “Sened-i ittifak” hadisesi, anayasa tartışmalarının başlangıcı kabul edilebilir. İki asrı geçen tartışmalarla hâlâ olması gerektiği vasıflarına bir türlü kavuşmayan anayasanın tek dayanağı hukuk olmalıdır. Kamuya ait kuvvet, kanunda olmalı ve onun da ruhu hukuk olmalıdır.

Medresetüzzehra idealinin tahakkuku için Sultan Abdülhamid ile görüşmeye gelen genç Molla Said, henüz 31 yaşındadır. 12.Aralık.1908 tarihli (29 Teşrinisani 1324 Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı:2, S.13) tarih ve sayılı gazetede: “Hem de kuvvet kanunda olsun. Yoksa istibdat münkasım (kısımlara ayrılmış) olmuş olur.”, derken kanuna verilmeyen ya da dayandırılmayan kuvvet, şahsa geçer “cebr-i keyfî” olur, su-i istimale yol açar; gruba, cemaate, partiye geçerse oligarşi olur, bunun dahi akıbeti vahim olur.

Her iki hâl, kuvvetin, kanun haricindeki yerlerdeki hatalı kullanımıdır. Bu iki hatalı kullanım, başkasının, muhalefetin ve rakibin hakkını elinden alarak, onların hayatına baskı kurmasına kadar varır.

Bir mühim konu var, bu noktada; yapılan işler, her ne kadar şahs-ı manevîye dayandırılsa da şahsın kıymeti ehemmiyetlidir. Devleti temsil eden başkanın; ehil ve dirayetli olması, uygulayacağı kanunun daha kuvvetli olmasını, bir başka ifade ile daha tesirli olmasını sağlar. Yani “ Kanunun kuvveti, mukanninin (kuvvetli olanın) kuvvetiyledir.”

Bediüzzaman, makalesinin devamında, İlâhî kanunların kuvvetinin, hukuka dayandığını, hukuktan aldığını ifade eder. Said Nursi, “Muhakkak ki Allah, sonsuz güç ve kudret sahibidir.” genel kabule dayanarak “ kanun-i İlâhîdeki kuvvet ve akaid-i hakka (hak ve hukuk ilkeleri) cihetiyledir.” zaviyesinden hareketle, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah, İlâhî kanunlarını hak ve hukuk esası üzerine ikâme ederek Şeriat’ına kuvvet kazandırmaktadır.

Zilzal Sûresindeki  “Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” âyetlerde hükmünü bulan ifade,  “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’am 164) hükmü ile Bediüzzaman’ın Külliyatı’ında defalarca dile getirilir. Doksan dokuz caninin ve bir masumun bulunduğu gemi, hiçbir adalet kanunuyla batırılamayacağı misaliyle en küçük diye bilinen hukukun, hak nazarında fevkâlade ehemmiyetli olduğu vurgulanır.

Kendi içindeki en küçük hak ve hukukun muhafazası manasındaki adalet-i mahzanın ikamesinde kuvveti hizmetkâr kılan İlahî kanunlarını, beşere asayiş teklif paketi sunan İslâm,

Bediüzzaman’ın “ bir zaman-ı kasîrde şark ve garbı adalete mazhar ve istilâ etti.” veciz ifadesiyle manasını bularak, çok kısa bir zaman diliminde doğu ve batıyı adaletle tanıştırdı.

Utanç vesilesi ve zül telakki ederek kız çocuklarını diri diri gömen yaklaşımı; şefkat, merhamet duygularına istikamet vererek bütünüyle insanlığı,  getirdiği hukuk prensipleriyle kuşattı. Âdetlerine mutaassıbane bağlı olan o kavmin, âleme üstad olma makamına yükseltmesi neticesi, yalın olarak kuvvet ile değil, hukuka dayandırılan kuvvet ile olduğunun en açık alâmetidir.

Mücerret (soyut) kuvvet, yapısı gereği diğerlerine tecavüz etmeye meylettirir ve istibdada zemin hazırlar. Bunun ıslahı, en küçük bir hakkın muhafazasını hedef alan adalet ve hukuk anlayışına destek olan meclisten geçer. Kanun koyucu ve uygulayıcıları denetleyen, murakabe altında tutarak hatayı azaltan kuvvetlerin güçlendirilmesi ile mümkündür. Kamu kademelerinde bunlar ikâme edilirken, ferdin iç âlemine bunların birer numunesinin yerleştirilmesi ve işlettirilmesi elzemdir. Hata ve günahları ikaz eden, hayır ve güzellikleri teşvik eden iman ve ibadetle beslenen güçlü vicdan, sahibini iki dünyada mesud kılar.

Mehmet Çetin

17.06.2018 Yeni Foça İzmir

 

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir