Hepsi hikâye

Avatar photoPosted by

Biliyorum ki, Anadolu’nun her beldesinde farklı olmakla beraber Doğanbey’de ise Ramazan başkadır. İkindi namazı çıkışı Sokakbaşı Camiinde diğer camilerde olduğu gibi namaz tebriki ve kabulü musafası yapılmıştı.

Yaşlı bir hacı amca, İzmir’den geldiğini, gençliğindeki hatıralarını ve nihayet şimdi onların pek çoğunun elinden gittiğini esefle anlattı. Konuşmasının sonundaki nokta ise, “Hepsi hikâye” oldu. Sözünün özeti olarak ifade ettiği hikâye kelimesine sakladığı sır ise, yaşlılıkla gelen acizliktir.

Anlatılanlar her yaşayanı derin derin düşündüren hatırlatmalardır. Ama beni esas derin düşündüren ve her iftar sofrasında açlık ve özellikle susuzluğun baskın olmasına rağmen nefsin açlık/susuzluk karşısındaki teslimiyeti çok dikkatimi çeker. Üstad Bediüzzaman’ın hiç unutamadığım nefsin açlık/susuzluk imtihanını anlatan o hadis kaynaklı hikâyeyi, niçin dokuz tane nüktenin sonuna sakladığı ise merakımı çeken bir başka konudur.

Nefis, bir ömür boyu sahip oldukları ile kendini dokunulmazlık düşüncesi ve hatta daha da ileri giderek sorgulanamaz bir konumda telakki eder. Bu hal, zamanla nefiste yerleşerek, maraz halini alır. Etrafında,  şakşakçıların ve tasdikçilerin olduğu ortam onu bahsedilen vartaya çabuk iteler.

Bu konumdaki nefse veya bu manada nefis taşıyanlara kendisinden kıyaslanamayacak derecede yüce bir iradenin varlığından bahsedilse bütün bütün reddedememekle beraber kendine ayrıcalık ister. O, bu hayallerle kurduğu dünyasında, başkalarının da mülk edinmesinden pek fazla rahatsız olmamayı kendine prensip edinirken kendi malikiyet alanına girilmemesini de şart koşar.

Böyle bir anlayışta bulunan insanın veya nefsin, haddini bilmesi noktasından o malum hikâye çok dikkat çekicidir.

Rabbini tanımak istemeyen nefse her çeşit azap verilir, ancak Rabbi, yine kabul etmez. İlk sorgulamada Rabbin, “Ben neyim sen nesin?” sualine “Ben benim, sen sensin” ile cevap verir. Nihayet açlık/susuzluk azabının ardından aynı suale “Sen benim Rabbi Rahim’imsin; ben Senin aciz bir kulunum.”, cevabı ile bütün zamanlara ibretlik ders olacak bir tespit yapar ve ifade eder.[1]

Bu hikâye ile anlaşıldı ki nefsin veya insanın sahip olduğunu zannettiği her şey bir hikâye imiş.

İnsan bulunduğu noktada, geriye dönüp baktığında ya “ah” veya “oh” ifadeleri ile sevinç ya da üzüntüsünü anlatır. Üzüntülerini hatırlamayan ve hatırlamak istemeyen şükürsüz insan, sevinçleri ile sahiplenme duygusunu kabartır. Bu duygunun ileri halleri onu kalın ve kuvvetli bir gurura yönlendirir. Ne zaman acizlik ifadesi olan güçsüzlük gelir, o zaman başlar hikâyelerini anlatmaya; “Bir zamanlar şöyle idim, böyle idim.”, demeye.

İşte iftar sofrasının bence en zengin ve en kuvvetli sahnesi acizliğimin idrakinden doğan servetidir. Bu hazineyi bana nasip eden Rabbime hamdolsun diyorum.

Acz ve fakrımın nazdârlığı ile öyle bir Kâdir ve Gani’yi –inşaallah- kendime yâr edindim ki, ifadesi bile ibadettir, mutluluktur. Beni yaratmasındaki manayı, acz ve fakrımın içerisinde yakalayıp ifade etmek, O’nu tazim manasındadır.

Bunlar iftar sofrasının önünde, işte envai çeşit yiyecek ve içeceklerin ortada olduğu, elimi onlara uzatmama engel olacak, beşeri bir mani yok iken tezahür eden incilerdir.

Bu düşüncelerin olgunlaşması hayata bakışı mükemmele çevirir. Gelen gidenlerin hikâye olduğunun ifadesinin ardındaki gerçeği yakalar. Acz ve fakrın idrakinin ardından doğan kulluk güneşi insana tam ihtiyacının zirvede olduğu anda imdadına yetişir; ısıtır, ışıtır, her yanını sarar.

Yazımızın sonunda dile getirmek istediğimiz bir nokta daha var ki çok mühim bir bakış açısı getirmektedir. Kuvvetli bir iman nuru ile bakılırsa buradaki hatıraların esas memlekette bahsedilecek birer hikâye olduğu anlaşılmalı ve anlaşılır.

Evet, imanın olması her şeyi değiştirir. Fakat tesiri olmayan, durağan bir imandan bahsetmiyor, etkili, moral takviye edici, projektör olan bir imandan bahsediyoruz.  Bu manadaki iman, geçen ve geçmek üzere olan hayatın, yapılması gereken bir vazifenin ardından dostlar meclisinde ki inşaallah cennetteki sohbet esnasında da zikredilecek olan -dünyevi- hikâyeler olarak bahsidir yazımızda esas olarak anlattığımız. Yani bir gün gelecek geride yaşadığımız her şey uzaklarda kalmış acılı tatlılı birer hatıra olduğunu yaşayacağız, anlatacağız, hem de dili geçmiş hikâye nevi’nden.

Bu vesile ile Bediüzzaman’ın, Ramazan duasındaki bir cümlesi iftarlık hatıraların numunesi olsun: “Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e ve O’nun Âl ve ashabına, Ramazan ayında okunan Kur’an harflerinin sevabı adedince, Senin rızanın vasıtası, O’nun üzerimizdeki hakkının ifası olacak salât ve selâm eyle. Âmin.”

Mehmet Çetin

10.07.2013.Çiftehavuzlar-Çiğli-İzmir


[1] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, sh.  687

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir