Gülcemal Soylu

Avatar photoPosted by

Gülcemal Hocamız, Üstad Bediüzzaman’la yaptığı görüşmesini kendine mahsus tarzı ile anlatırken heyecandan elleri titriyor, hatırasını bütünüyle yaşayarak anlatıyordu.

Kendisi bir Anadolu evlâdıdır. Onu dinlerken, ecdada olan hürmet ve itaatin güzel nümûnesini izledik.

1935 yılının 25 Mart’ında İspir’in Dişasor Köyü’nde dünyaya gelir. Köyünün yeni ismi Ulubel’dir. Söz burada iken beldelerin şu isim değişikliğini de bir türlü kabullenemiyorum. Eskisi daha anlamlı, vefalı ve daha hatıra dolu idi ki istisnaî durumda olanları hariç.

Kendisi yılın sıcak aylarını Ankara’da, soğuk aylarını da İzmir’de geçirir. Ahir ömründeki bu tercihi çok akıllıca.

İzmir’in Karşıyaka’daki sohbete İbrahim Yıldırım Ağabeyimiz davet eder. Bir akşam teşrif ediverince bizlerin de tanışma imkânı oldu ve sohbetine doyamadık.

Gül yüzlü anlamında ismi olan Gülcemal Amcamızın isim konulması hikâyesini sohbetin ilerleyen kısmında yeri geldiğinde anlatılacak.

Gülcemal Amcamız, umum Nur Talebelerinin amcası olup, basın yayın ve sosyal medya dünyasında kendisi ile yapılan görüşmelerle beraber ilgili bilgiler yer almaktadır.

Babası, İstiklâl Harbinde Ruslara esir düşer

Babası Alişan Efendi, üçbeş yıl farkla (1869) Üstadın doğduğu yıllarda dünyaya gelir. 111 yıl gibi uzun bir ömür nasip olup,1980 yılında vefat eder. Yarım hafız olan babası aslen Dağıstan’lıdır.

Alişan Efendi, Birinci Cihan Harbi’nde Sarıkamış ve Kars taraflarında asker olarak savaşa iştirak eder.

Kâzım Karabekir Paşa’nın talimatı gereği “başıbozuk” tabir edilen bir kıta taktik icabı tanzim edilir, Alişan Efendi de onlar arasındadır. Bu fedailer Ruslarla çarpışırken Batum’da alınan esirler arasındaki Alişan Efendi, Kosturma’ya (Kostroma) gönderilen sürgünler arasındadır.

Bitlis savunmasında yaralanarak esir düşen Üstad Bediüzzman ile Alişan Efendi, Kosturma esaret kampında karşılaşırlar.

Kampta herkes Üstadı dinlermiş. Köyündeki komşularından öğrendiği Ermeni dilini bilen Alişan Efendi, Ermeni asıllı askerler teftişe geldiğinde haber verir ve diğerleri de tedbiren susarak kısmen işkenceden kurtulurlar.

Üstadın esaretteki meşhur hadisesinde babası orada imiş

Alişan Efendi, esaret kampında Rus Başkumandanı Nikola’ya hürmeten ayağa kalkmama hadisesini yaşamış.

Gülcemal Hocamızdan dinliyoruz:

  “Çok esir vardı kampta. Bir gün bir komutan geldi. Ama biz kim olduğunu bilmiyoruz. “Dikkat!” diye bir komut verildi; herkes, hepimiz ayağa kalktık. Bir tek kişi hariç, Bediüzzaman. Sonradan kim olduğunu öğrendiğimiz Rus Başkumandan Nikola bunu gördü. Hemen bir tercüman çağırtıp, ayağa kalkmama sebebini sordu. Bediüzzaman, “Tazim Allah’a olur.” diye cevap verince; Nikola, kurşuna dizilmesini emretti. O’na ölüm emri verildiği zaman biz çok korktuk. Ölüm mangası da hemen hazırlandı. Bediüzzaman, namaz için izin istedi. Namazını kıldı ve hemen hızlıca geldi. Bu hareketi komutanın dikkatini çekmiş olmalı ki Komutan: “İdam olunacağı zaman ağırdan alınır, sen çabuk geliyorsun? Diye tercüman aracılığıyla sordu. Bediüzzaman umursamaz bir tavırla: “Rabbime kavuşmak için çabuk geliyorum. dedi. Bu ihlâs, komutanı çok etkiledi ve insafa getirdi. İdamı kaldırdı ve özür diledi.”

Babam, Kosturma esir kampında 2,5 sene Üstadla beraber kalıyor.

Üstadın esaretten firari mevzuunu şöyle anlatırdı:

Merkeplerle, esirler kampına erzak getirirlerdi. Bunlar asker değil, sivillerdi. Said, merkeplilerden birisiyle zaman zaman konuşurdu. Sonra bir gün baktık Said yok, kayıp. Yalnız o günlerde bir gün bana gizlice demişti ki:

  -Alişan Kardeşim, belki bir daha görüşemeyiz, Allah’a emanet ol, aramızda kalsın.” diye kulağıma söylemişti. Bir daha Bediüzzaman’ı orada göremedik.”

Alişan Efendi’nin esaretten kurtuluşu

1917 Bolşevik ihtilali sonrasındaki karışıklıktan istifade ile dokuz seneyi bulan esaretten kurtuluşu şöyle oluyor.

Alişan Efendi’nin de bulunduğu 12 tane kelepçeli esiri, üsteğmen götürürken bir karşılaşılan general nereye götürdüğünü sorar. Üsteğmen kurşuna dizilmek üzere nehrin kenarına götürdüğünü söyleyince, general, üzerindeki yağmurluğunu çıkararak rütbesini göstererek “Ben filan general. Sen bunları Batum’daki filan generale götür.”, der. Türkçe bilen Tatar generalin bu emri ile İstanbul-Batum arasında yük taşıyan Gülcemal Vapuru’nda bu esirler çalıştırılır. Esir alan Batum’daki general bunlara bu gemi ile kaçabileceklerini de söylemiş. Zaten babası o sıralar gemideki bazıları ile arkadaşlık kurmuş.

Esir Alişan, Gülcemal Gemisinde iken nasıl oldu ise bir Rus askerinin kurşunu sağ yanağından girip sol yanağından çıkar. Askerî talimat gereği, silah atıldığında kulak zarları zarar görmesin diye ağız açılır. Kurşunun çıktığı yanağında az da olsa izi kalır. Vapurda tedavi görür. Yaşanan hadiseler sonrası Alişan Efendi  selametle Trabzon’a çıkarsa ve bir oğlu da olursa adını Gülcemal koymaya niyetlenir. Daha sonra Sultan Reşad’ın validesinin adını taşıyan Gülcemal Vapuru ile Trabzon’a gelir. Zaten evli olan Alişan Efendi, kurtuluşu sonrası soluğu memlektinde alır. Gülcemal Amcamızın isim hikayesi böylece gerçekleşir.

Esaretten mısralara

Yaşadığı hadiseleri mısralara döken babasının hatıra naklinin bu bölümünde babasının şiirleşmiş satırlarını söyler:

Dinim namusum vatanım,
Sana feda olsun bu canım.

Allah Allah diyerek çıktım yola,
Rabbime iltica ettim sonu hayrola.

Düşman oradaymış diye vardım Sarıkamış’e,
Bir bölük Ermeni, Rus orada bak şu işe.

Gizledim silahımı girdim sipere,
Bakalım Mevla’m bana ne göstere.

Ayak sesleri duydum döndüm baktım arkama,
Yüzlerce başıbozuk Türk silah çevirmiş düşmana.

Korkmadık, yılmadık onlarla geldik göz göze,
Haykırdık Allah diyerek küffarı getirdik dize.

Nizamî ordu yetişti fedailerin imdadına,
Verildi emir istikamet Batum’a.

Yürüdük derelerden tepelerden dağlardan,
Düşmanı pişman ettik kovduk vatandan.

Kazım Karabekir; yılmayın düşün arkasına,
Fırsat vermeyin kafirlerin rahat kaçmasına.

Hamidiye Alayları hücuma geçti Van’dan,
Düşmanı kovdu Kars’tan Erivan’dan.

Çok kar yağdı cephane, elbise, erzak kalmadı,
Moskoflar bir kısım askerimizi esir aldı.

Silahsız, aç kaldık, susuz kaldık üşüdük,
Ünü söylenen Kürt Said ile esir evine düştük.

Esir parağında kaldık uzun bir süre,
Katlandık başımıza gelene boyun eğdik kadere.

Tazim göstermedi Kürt Said Nikola’ya
Emir verdi komutan, dizilsin bu asker kurşuna.

Sonra çağırdı bir asker tercümanı,
Gösterdi ona komutanı.

Görevlendirdi Nikola tercümanı,
Sor bakalım bu esire tanıdı mı beni.

Tercuman hemen sordu Said’e,
Tanıdın mı sen bu zatı bre.

Said, tanıdığını söyledi tercümana,
Söylemesini istedi komutana.

Nikola dedi; o halde niçin kalkmadı ayağa,
Kürt Said cevap verdi; tazim ancak Allah’a.

Komutan tekrarladı fermanını,
Götürün alın şunun canını.

İnfazdan önce Said namaz için izin istedi,
Komutan peki müsaade edin dedi.

Kıldı namazını Said, acele geldi,
Komutan, ölmek için niçin acele ettin dedi.

Said-i Kürdî, Rabbine kavuşmak istediğini bildirdi,
Merhamet geldi komutana affedildiğini haber verdi.

Sonra kaçmış Said, esir evinden,
Hangi cihete gittiği bilinmeden.

Rabbimin izniyle vakta ki geldim Türkiye’ye,
Sordum esir arkadaşım Said’i çok kimseye.

 

Okuma yazmayı öğrenmesi

Gülcemal Hocamızın okuma yazmayı okula gitmeden babasından öğrendiği hikayesi de şöyle:

“6-7 yaşlarındayım. Köyümüzde okul yoktu. Babam duvara bir tahta monte etti. Koyun gözü dediğimiz meyveyi tülbentle suyu çıkıncaya kadar sıktı ve o su ile tahtayı boyadı. Daha sonra da dağdan tebeşir getirerek o tahtada bana yeni harfleri öğretti. Zaten öncesinde de Osmanlıcayı okuyor ve yazıyordum.

 İspir’e bağlı olan annemin köyünde 10 yaşımda hafız oldum. Yaşım on ikiye geldiğinde babam karşısına alarak baba dedi ki:

-Oğlum, sen papağan bilir misin?”

 -Bilmem baba, dedim.

 -O bir kuştur. Ne öğretirsen aynısını tekrar eder durur, başka bir şey bilmez. Tenzih ederim ama sen şimdi Kur’an’ı Kerim’i okuyorsun ama manasını bilmeden okuyup geçiyorsun, dolayısıyla papağandan farkın yok.

  -Çare nedir baba?

 -Evladım, Allah büyüktür, elbette bir çaresi olmalı. Sen önce şu askerliği bir yap bakalım.”

 Babamın askerliğimi yapıp gelmemi söylemesinin bir sebebi varmış, meğer. Onu da şöyle nakledeyim:

 Rüyada gelen talimat

 Bu konuşmamız evvelinde babam rüyasında, beni iki nehir arasında, elbisesiz bir şekilde toz duman arasında bir şehre giriyorum, gürür.O şehirde 25 yıl kalmışım. Sonra takım elbiseli olarak köyüme dönüyorum.

Bu rüyayı yorumlaması için beni de yanına alarak İspir Müftüsü Ali Başkapan’a götürdü. Müftünün babası ise babamın hocasıymış. Müftüye,babam benden bahsetmemişti.

Müftünün yorumu şöyle oldu:

İki nehir Dicle ve Fırat, tozluk dumanlık şehir Bağdat; o çocuk da kim ise, orada ilim irfan okuyup sana gelecek.”

Böylece çareyi de öğrenmiş oldum. Ama henüz askere gitmemiştim.

İzmir’de, Selçuk – Meryemana yolu yapılıyordu. Ağabeyim o yolun inşaatında çalışıyor, ben de onların çadırında kalıyordum. Üç ay kadar Selçuk İsabey Camisinin imamından mantık ve hukuk dersleri aldım. Çadırla cami arasındaki 2,5 kilometrelik yoldan, daha doğrusu dağdan inip çıkıyordum. Sonra, Bayındır’ın Karaveliler Köyünde 1951-55 yılları arasında 4 sene imamlık yaptım.

1955 yılında askere gittim. Askerliğimi gözlerimdeki bir mazeretten dolayı kısa dönem olarak altı ay Siirt’te yaptım geldim…

 Tahsil hayatına hazırlık

  Askerden gelince; babamın söylediklerini not edip yazmıştım. Babama okuyup hatırlattım.

-Oğlum ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz, sana 25 yıl müsaade; git Arapçayı öğren gel. Allah-ü Teâlâ bu hitabında bize ne öğretiyor, bunun manasını öğren gel. Ama iki şartım var.” deyince

-Buyur baba” dedim.

-Birincisi; Allah nasip ederse Bağdat’a git ve ilk tahsilinden üniversitesine kadar bitir; yükseği ile uğraşma gel Anakara’ya Maarif Vekaletinde çalış.

 İkinci şartım da; Ege mıntıkasında imiş, gidip benim esir arkadaşım Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini ara bul. Ona benim sana verdiğim bu emrimi söyle. O da: ‘Babanın emri doğrudur, git Bağdat’a tahsilini yap gel’ derse gideceksin; gitme derse gitmeyeceksin” dedi.

-Baba, bu Üstad Hazretlerini nerde bulacağım ben?” dedim.

-Oğlum, Ona önce Said-i Kürdî diyorlardı, şimdi Bediüzzaman Said Nursi diyorlar. O, Ege mıntıkasında imiş git bul.” dedi.”

Süleyman Hilmi Tunahan Efendiyi ziyaret

 Üstadın, İstanbul’da olduğunu askerde iken duymuştum. O sebeple önce İstanbul’a gittim. Sultanahmet Camii İmamı Gönenli Mehmet Efendi ile görüştüm. O beni Süleyman Hilmi Tunahan Efendi ile tanıştırdı. O da bana:

-Ben hiçbir talebeyi Bağdat’a yurtdışına göndermiyorum; ama senin için istihareye yatacağım.”, dedi. İstihare sonrasında;

-Bağdat’a gideceksin ama bir şartım var. Benim Erzurum’da talebem Binbaşı Eşref Bey’den on bir ay ondan ders alacaksın.” dedi. Beni, damadı Milletvekili Kemal Kaçar’la beraber Haydarpaşa Tren İstasyonu’ndan Erzurum’a uğurladı. On bir ay orada ders okudum.

  Üstadı arıyor

 Fakat babam bana: “Oğlum sen Üstad Bediüzzaman’ı görmeden Bağdat’a gitme!” demişti. Ondan sonra Ege mıntıkasına gittim.

 1957’nin son aylarında Afyon’dan başlayarak; Uşak, Aydın, Nazilli, Denizli, İzmir’i dolaştım. O yılların imkansızlıklarında bu hareket şimdiki gibi kolay değildi. Nihayet İzmir Kestanepazar Camii’ndeSalih Tanrıbuyruğu Hocamdan iki üç ay ders okudum.

 Birgün Hocam Salih Tanrıbuyruğu beni düşünceli görünce:

-Gülcemal ne düşünüyorsun oğlum?” dedi. 

-Hocam babamın bir emri var, onun sıkıntısını yaşıyorum.

-Nedir? Hele bana söyle, dedi.

-Hocam, ben Bediüzzaman Hazretleriyle görüşeceğim, fakat yerini bulamadım. Kimse de söylemiyor, dedim.

-Oğlum Onu sana ne hocalar söyler ne de müftüler. Çünkü O mahkemeden mahkemeye gidiyor, bu yüzden hocalar korkuyor. Sen Kemer İstasyonu’ndan biletini al, Isparta’ya git, O’nu orada bulursun, dedi. Ben de dediğini yaptım.

 Trene bindim, Isparta’ya gidiyorum. Bir zat bindi yanıma. Karşılıklı aynı kompartımanda oturuyoruz. Bazı Osmanlıca kitaplar çıkarıp okumaya başladı. Bir ara bana baktı:

-Sen de eski yazıyı biliyor musun?, dedi.

-Eskimez yazıyı iyi biliyorum, dedim, latifeli olarak.

 Babam öyle öğretmişti bana.

 -O zaman şu kitabı oku bakalım, dedi.

   Bana bir kitap uzattı. Okudum, çok hoşuna gitti.

-Bunu sana hediye etsem kabul eder misin? dedi.

-Olur, ama parasını vereyim, dedim. Almadı.

-Hayrola nereye gidiyorsun? dedi.

-Isparta’ya gidiyorum, dedim.

-Nereye gidiyorsun orada? dedi.

Çekiniyorum tabi söylemeye.

-Bir zatla görüşeceğim, dedim.

-Kim? dedi.

-Bediüzzaman Said Nursi,

-O benim Ağabeyim, demesin mi?

-Benim adım Abdülmecid, Konya İmam Hatip Okulunda öğretmenim, dedi.

  Onun da İzmir’de bir işi varmış meğer. Sonra;

-Sana bir şey diyeceğim, Aydın, Ortaklar Bucağı’nda tren ikmal yapmak için birkaç saat bekleyecek. Sen orda in. Benim bir arkadaşım var, ona uğra, Isparta’ya sonra git, dedi. -Olur, dedim ve orda indim. O zatın evinde üç gün misafir kaldım, adını şimdi hatırlayamıyorum. Ahmed Feyzi olacaktı, sanırım.

Abdülmecid Ağabeyin verdiği kitap İhlas Risalesi imiş. İşte görüyorsunuz hâlâ saklıyorum. Ölünceye kadar da saklayacağım inşallah.

Isparta’ya vardım. Nuri Benli’nin Saray Oteline indim. (Sene 1957).

Bana Üstad Hazretlerinin Eğridir’de olduğunu söylediler. Ben de taksi tutarak Eğridir’e gittim. Orada bir askeri eğitim birliği vardı. Üstadın kaldığı yere gitmek için içinden gidince kestirme oluyor; yoksa çok dolaşılıyor. Nizamiyedeki asker,

-Nereye?” dedi.

-Orda bir zat var, dedim.

-Ha! Tamam sen Bediüzzaman’a gidiyorsun, gel şuradan geç, yoksa çok dolaşacaksın, dedi ve karşıki Nizamiyeye düdük çaldı, “Buna müsaade et” diye işaret etti. İkinci askerde beni iyi karşıladı. “Şu üçüncü evin kapısını çal” dedi. Yaşlı bir teyze çıktı.

-Üstad Hazretlerine gelmiştim” dedim.

-Bir saat önce Isparta’ya gitti” dedi.

Tekrar döndüm Isparta’ya, aynı otele. Orada üç gün kaldım. Ne hikmetse bana, ‘burada üç gün kal’ dediler. Elime bir takım kitaplar verdiler, Eskişehir’de basılmış bir Gençlik Rehberi de vardı. Epeyce okudum.

 Üçüncü gün otelin karşısındaki tepecikte birisiyle karşılaştım.

-Yabancısın galiba? dedi.

-Yok Müslüman’ım elhamdülillah, dedim latifeli olarak.

-Yok yani Ispartalı değilsin galiba? dedi.

-Erzurumluyum

-Hayrola ne için geldin, ne iş yaparsın?” dedi.

-Çiftçiyim, dedim ki tedbir olarak hafızım, imamım diye söylemedim.

-Sen ne iş yapıyorsun?” dedim.

-Ben Yarbay’ım bugün sivil giyindim. Sen Üstadla görüşmeye mi geldin yoksa?” dedi.     

-Evet” deyince, bana büyük bir camiyi gösterdi ki orası Ulu Cami imiş.

-Sen yarın sabah namazına oraya git. Oraya iki zat gelir; birisi başına bere örter, orta boyludur; diğeri uzun boyludur, başına sarık sarar, ucunu da sarkıtır. Cemaat çıkınca onlar hemen çıkmaz, mihrapla minber arasında tesbih çekerler. Sen uzun boylu olanın sağ pazusunu iki avucunla yakala; ‘Beni Üstadla görüştür’ de, başka bir şey söyleme, dedi. Bu meğer bir şifreymiş. O zaman üstadla görüşmek mesele.

Ben de gittim Ulu Camiye, müezzinle tanıştım; minareye çıktım sabah ezanını okudum, müezzinlik de yaptım. O ezanı hiç unutamam, bir daha öyle coşkulu bir ezan okuyamadım.

Dediği gibi iki zat çıkmadı. Ben onlara, onlar da bana bakmaya başladılar. Neticede selam verip uzun boylu olanın sağ pazusunu iki avucumun içine alıp sıktım. Meğer o uzun boylu Tâhirî Ağabey, orta boylu olanı Hüsrev Ağabeymiş.

 Hiç unutmam, orada Tâhirî Ağabey Hüsrev Ağabeye dönerek:

-Bak Ağabey, kimisi takbih için gelir; kimisi de taltif için gelir. Bu Gülcemal kardeşimiz Erzurum’un dağlarını aşmış, taltif için gelmiş, dedi. Artık ismimi o Yarbay mı söyledi bilemiyorum. Belki de keramet gösterdi.

İkisi kollarıma girdiler ve yürüdük. Harabe gibi çok eski bir evin önüne geldik. O ev şimdi müze olmuş. Bahçede bir nar ağacı vardı. Sonra bir kapı daha çaldık. Bekliyoruz.

Orada aklıma bir şey takıldı. Babam bana:

“Bediüzzaman, Hamidiye Alaylarını toplayıp Ruslara, Ermenilere karşı savaşan gönüllü bir generaldir.” demişti.

Bu sebeple o anda kalbimden; “Böyle mübarek bir General böyle yıkık bir yerde olur mu? diye geçti. Birden o uzun boylu ağabey kulağıma eğildi yavaşça fısıldayarak:

 Doğru! Geldik, burası burası, dedi.

Üstadla görüşmesi

Girdik, bir halı hasır, kanepe, başka bir şey yok. Bir kapı daha çalındı. Baktım Üstad bağdaş kurmuş yerde oturuyor. Elinde bir tesbih vardı.

 O tesbih sonraki zamanlarda Mustafa Sungur ağabeyin elinde idi. Kocatepe Camisinin açılışında o tesbihi Mustafa ağabeyin elinde gördüm. Hatta bana gösterdi:

-Gülcemal bunu tanıdın mı?” dedi, gülerek.

-Bana ver onu, dedim.

 -Yok! Üstad onu bana verdi, dedi; latifeleştik orada.

Tâhirî ağabey:

 -Üstad Emirdağ’ına gidecek çabuk ne diyeceksen de, dedi.

 Orada Zübeyir, Bayram, Ceylan Ağabeyler vardı. Ben Üstad’a babamın dediklerini olduğu gibi anlattım.

-Arapça öğrenmem için Bağdat’a gitme müsaadesini babam sizden almamı ve maarifte çalışmamı söyledi.” dedim. Üstad ayağa kalktı, tesbihi sol eline aldı. Sağ elinin şehadet parmağını var gücüyle yukarıya kadar kaldırdı:

 Üstadın talimatı

-Kardeşim! Babanın emri doğrudur. Bağdat’a git, Arapçayı çok güzel öğren. Bütün tahsilini tamamla; Irak vatandaşlığına geçme, gel Ankara’ya Maarifte çalış. Yaş haddin doluncaya kadar maariften ayrılma. Ayrı bir cemaat tesis etme. Mevcut cemaatle Kur’an hizmetine devam et. En gür sada İslam’ın sadası olacaktır. Kardeşim Alişan Ağaya selamlarımı söyle, dedi.

Unutmadığım bir tenbihi daha vardı babamın. Bana demişti ki:

-Oğlum onun elini öperken dikkat et, çocuk da olsa o da eğilir onun elini öper, sakın unutma, dikkat et. İncitmeden sağ avucunun içini öpmeye çalış.

 Ben de babamın dediği gibi sağ elinin içini öptüm, O da beni kucakladı, alnımdan öptü. Belki çok gençliğinde veya esarette iken elini öpene mukabele ediyordu.

             Daha fazla uzatıp konuşamadık. 20 dakika kadar sürdü görüşmemiz. Üstad daha oturmadan hep beraber çıktık. Zaten Emirdağ’a gidecekti. Ceylan Ağabey kullandı arabasını. Biz 7-8 kişi onu uğurlamak için toplanmıştık. Bize dağılın diye el etti. Biz de el salladık dağıldık.

            Ben de memleketime döndüm. Babama Üstad’ın selamını söyledim ve olanları anlatıp müjdeyi verdim. Babam çok sevindi. Böylece Bağdat icazetini almış olduk.

Bağdat’a hazırlık

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinden müsaade aldıktan sonra, 1957 senesinin sonlarında, Bağdat’a talebe olarak değil, turist olarak gittim.

            Döviz almadan yurt dışına çıkmak yasaktı. Buradan giderken 400 lira karşılığında 38 sterlin aldım. Çok zor oldu bu iş. O dövizi Merkez Kambiyo Müdürlüğü vermedi bana. Ben de Erzurum Üniversitesinin temelini atmak için Erzurum’a gelen Başvekil Adnan Menderes’e çıktım. Hemen Kambiyo Müdürüne bir kart yazdı. Ama Müdür, “Bakanlar kurulunun prensip kararı var; zinhar Bağdat, Şam ve Kahire, bu üç şehre turist göndermiyoruz. Ama sen Maliye Bakanı Hasan Polatkan’la bir görüş.” dedi. Ben de bir hafta uğraştım Maliye Bakanı Polatkan ile görüştüm. O da beni şoförü ile gönderip işlerimi yaptırdı. Nihayet pasaportumu alabildim.

            Bağdat’ta hayat

            Ben, o parayla Bağdat’ta bir sene geçindim. Sonra bana Osmanlı Vakfiyesinden burs verdiler. Bir sene sonra o bursu da istemedim. Zira bir ciltçinin yanında iş bulup çalıştım. Sonra da Bağdat’ın bir camisinde müezzinlik ve imamlık yapmaya başladım. Sekiz yıl o camide görev yaptım. Araplara Cuma günleri Arapça hutbe okuyordum yani.

            Bağdat’ta Osmanlıdan kalma Süleymaniye Medresesi vardı, orada tahsilime başladım.    Eski Yargıtay başkanı, Evkaf Divan Başkanı Şeyh Emced Zehavi’den ders aldım. Kendisi büyük alimdir. Süleymaniye Medresesini kendi imkânlarıyla 25 odalı eğitim kurumu yaparak, İslam âleminden gelen talebelerin ilim irfan öğrenmesine vesile oluyordu.

            Bağdat’ta 23 sene kaldım. Üniversite dahil bütün tahsillerimi orada yaptım. Sonra Ankara’ya Maarif vekaletine geldim. Zaten daha Bağdat’ta iken T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Irak Bölgesi Öğrenci Başmüfettişliğinde görev yaptım. Yani daha orada iken Milli Eğitimde çalışmaya başladım. Kültür Ataşeliği ve Öğrenci Başmüfettişliğinde 14 sene görev yaptım. Arapça Türkçe yazışmaları ben yapıyordum. Arapça daktilom vardı. Kültür işlerine bakıyor, “Türkiye’den Kültür Haberleri” diye bir dergi çıkarıyordum. Resmî olarak, devlet adına yani. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan gibi Devlet büyükleri geldiğinde tercümanlığı ekseriyetle ben yapıyordum.

            Risale-i Nur Hizmetleri

            Hep Bağdat’ta olduğum, imamlık ve resmî görevlerim de olduğu için risaleleri okumak için pek zaman ayıramıyordum. Yalnız Urfa’dan Abdülkadir Badıllı koliler halinde Risale-i Nur gönderiyordu bize. Eskimez yazıyla gelen risaleleri çoğaltıyor, oradaki Araplara dağıtıyorduk. İhsan Kasım’la da tanışıyoruz…

            Bağdat’a Bekir Berk Ağabey 1978 yılında gelmişti. Büyükelçi Nazif Cuhruk beni çağırdı:

            -Gülcemal bu zat değerli bir avukat ve ilim adamıdır. Bununla sen ilgilen, beraber gezin, dedi.

            On gün ben Bekir Ağabeyle ilgilendim, beraber gezdik, beraber kaldık…

 

            1979 senesinde, şimdi anlatacağım garip bir sebepten dolayı Irak Dışişleri Bakanlığınca istenmeyen adam ilan edildim ve Ankara’ya dönmek zorunda kaldım… Yengenizi Türkiye’den götürdüm, ama çocuklarım orada doğdular. Onun için biz ailece çok iyi Arapça biliriz.

            Saddam ile geçen hadise

            Şimdi özellikle nakletmek istediğim çok enteresan bir hatırama sıra geldi:

            Sene 1958’in ilk ayları. Bağdat’ta ilk senem. İmam-ı Azam Camisinin girişinde sol tarafta hol gibi bir yer vardır. İmam-ı Azam Hazretlerinin Türbesinin yanındadır. Orada talebeler ders çalışırdı. Biz de talebelerle beraberiz.

            Ben O öğrenci arkadaşlara; tefsir, tecvit, fıkıh okutuyorum; onlar da bana matematik, fizik, kimya öğretiyorlardı. Onlara Kur’a-ı Kerim dersi bile veriyordum. Düşünün Arap oldukları halde Kur’anı düzgün okuyamıyorlardı. Bilinenin aksine her Arap düzgün Kur’an okuyamaz zaten.

            Bir gün orada çok enteresan bir hadise oldu. Ben bir arkadaşımla beraberdim. Baktık bir zat geldi. Ben tanımıyorum kim olduğunu. Arkadaşım ise hemen ayağa kalktı, saygı gösterdi  ona. Sonra gelen kişiye beni tanıttı:

            -Bu arkadaş Türkiye’den gelmiş, burada biz ona matematik, kimya öğretiyoruz; O da bize tefsir, tecvit öğretiyor, dedi. O zat bana:

            -Ne kadar oldu geleli? dedi.

            -Üç dört ay oldu, dedim.

            -Oo, Muhammed diyor ki: “Kim ki bir kavimle beraber olursa onların kardeşidir; O, onlardandır.” Sen şimdi bizim Arap kardeşimizsin, dedi ve elimi sıkmak istedi.

            Ben peygamberimizin ismine salat ve selam getirmediği için rahatsız olmuştum, elini sıkmadım. Elimin tersiyle itip:

            -Hayır! Hayır! Çerkez, Boşnak, Kürt, Türk, Arap fark etmez. Mühim olan İslam kardeşliğidir, boş ver gerisini, dedim.

            Sonra o zat arkadaşıma

            -Gel bir dakika, diye eliyle işaret etti ve dışarıya çıktılar. Bir defter çıkardı, ona sorular sordu bir şeyler yazdı ve gitti. Arkadaşım telaşla geldi bana:

            -Yahu sen ne yaptın? Baltayı taşa vurdun! Bu adam Amerikan casusu, Baas Partisinin kurucusu Saddam Hüseyin. Sen buna hakaret ettin, elinin tersiyle ittin. Bu adam çok kincidir. Dindar kimseleri temizleyecek bu.,dedi.

            -Mühim değil. Allah-ü Teâlâ Kur’an-ı Kerimde diyor ki: “Eğer Allah bir şeyi yazmadıysa, o olmaz.” Hem ben buraya tahsil için geldim, kim olursa olsun korkmam. Saddam da kim oluyor? dedim. Tabi ben daha ilk defa görüyorum, tanımıyorum ki. Saddam orduda uçak teknisyeni mi neymiş?

            Sonra aradan birkaç sene geçti. Yine aynı arkadaş,

            -Gel sana bir şey göstereceğim, dedi. O arkadaşın balkonunda oturduk. Reşid Caddesi’nde büyük bir yürüyüş vardı. Baktım genç birisi, gençlerin omzuna çıkmış diyor ki:           -Arap milleti bir millettir. Onun davası ebedidir.

            Milleti, Arap birliğine çağırıyordu. Belki yüz bin kişi var. Çok büyük bir kalabalık.            Arkadaşım:

            -Bunu tanıdın mı?” dedi.

            – Bana İmam-ı Azam Camiinde, Arap kardeşim’ diyen değil mi? dedim.

            -Evet ta kendisi Saddam Hüseyin, dedi.

            Tahminen 1963 yılında iken imamlık yaptığım camiye o arkadaşım geldi:

            -Gel çatıya çıkalım da geçen uçakları görelim, dedi.

            O her şeyi takip ediyordu.

            -Ne oluyor? dedim.

            -Saddamlar başa geliyorlar, dedi.

            Arap ırkçıları, Nasır’cılar, Baas’çılar el ele vermişler. Irak’ın Komünist Başkanını deviriyorlar. Hakikaten ihtilali yaptılar. İhtilalden sonra o arkadaş kaçtı, İngiltere’ye gitti. Gitmeden önce: “”Aman bu adam seni öldürür, sen de kaç” dedi. O’na, “Ben Türkiye’den, bir yerlerden emir almışım, gitmem. Ölsem de tahsilimi bitirmeden gitmem” dedim.

            O arkadaş şimdi Amerika’da. Onun bir arkadaşı da; 8-9 ay kadar Irak Başbakanlığı yapan Abdürrezzak Naif, ehl-i iman birisiydi. Sonra O da İngiltere’ye kaçtı; ama orada Saddam Hüseyin’in casusları tarafından bir sokakta öldürüldü…

 Tarık Aziz’in kararı

 Saddam’la münakaşamızın arasından 18-20 yıl geçti, ben fakülte son sınıftayım. Çok enteresandır burası. Saddam’ın Dışişleri Bakanı Tarık Aziz beni çağırdı. Bakanlığında:

 -Sen Saddam Hüseyin’e ne yapmışsın? dedi.

 -Ben bir şey yapmadım, dedim.

 -Sen Saddam Hüseyin’i tanıyor musun? dedi.

 -Televizyonlardan tanıyorum, dedim.

   -Yok yok, nerde görüştün? dedi.

   Ben anlamıştım ama saklıyorum.

   -Hiçbir yerde, dedim.

  -Yok görüşmüşsün. dedi.

 Baktım orada bir teyp dönüyor, sesimizi banda alıyorlar. Tabi ben o anda Türk Büyükelçilik mensubuydum, Türkiye’yi temsil ediyorum.

  -Seni istenmeyen kimse ilan ediyoruz. Eğer büyükelçilik mensubu olmasaydın seni burada hemen içeri atmıştık. Ama Irak’ı terk etmek zorundasın, dedi.

  Tarık Aziz aslında Hıristiyan’dır ve gerçek adı; ‘Mikhail Yuhanna’dır…

 Meğer Saddam benim için; “Bu zatı çağırın” diye talimat vermiş. Bu kadar kinci bir adam. Ben durumu Büyükelçi Nazif Cuhruk’a anlattım. Eski Anayasa mahkemesi Başkanı Mahmut Cuhruk’un ağabeyidir.

 Büyükelçi: “Boş ver, ben hallederim onu” dedi. Tarık Aziz’den randevu aldı, beraber gittik. Bana, Sen hiç konuşma alttan al, dedi.

Tarık Aziz’e: Bizim yegane tercümanımız, elimiz ayağımızdır. Cumhurbaşkanı, bakanlar geliyor. Televizyonlarda bunu görüyorsunuz. Daha bu işi büyütmeyin, bu elemanımızı bırakamayız. Hem tahsilini yapıyor, dedi.

 Neticede Tarık Aziz: Peki peki! Yalnız fakülteyi bitirinceye kadar kalsın. Diplomayı bile beklemeden çıkma belgesini alıp Irak’ı terk etsin, dedi.

  Birkaç saat sonra büyükelçiliğe bir telgraf geldi aynı sözler yazılı halde. Ben de fakülteyi bitirdim, 29 Haziran 1979 tarihinde Irak’ı terk etmek zorunda kaldım. Hem de çoluk çocuğumu orada bırakarak.

 Hüseyin Fevşi Paşa

 Sonradan Irak Genel kurmay Başkanı olan bir Hüseyin Fevzi Paşa vardı. Osmanlı döneminde İstanbul’da, Erkan-ı Harbiye’de okumuş. Çok iyi Türkçe biliyordu. 104 yaşında İstanbul’da vefat etti. O benim çok iyi dostumdu, ailece çok iyi görüşürdük. Türkleri çok sever; İstanbul’dan evliydi zaten. Büyükelçiliğimize gelirdi; benim fakirhaneye de gelirdi. Biz de evine giderdik. Her Salı günü onun evinde 50-60 kişilik divan toplantıları yapılırdı. Beni mutlaka yanında istiyordu. Ben giderdim, yanına oturturdu. Paşalar, âlimler, bürokratlar gelirdi bu toplantılara. Kendisi hem Hazreti Hüseyin, hem de Hazreti Hasan tarafından Peygamberimizin (asm) soyundandır. Feyzi Paşa Kadiri’dir. Her Perşembe Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin türbesinde zikir yaptırır, zikri idare ederdi.

Üstad’ın Şam Hutbesi sırasında hediye ettiği kitap bendeydi

Bediüzzaman Hazretleri malum 1911 tarihinde Şam’da, Emevi Camii’nde bir hutbe okumuştur. Hüseyin Fevzi Paşa, bu hutbe okunduğunda camide bulunmuş ve Bediüzzaman Hazretlerini dinlemiş. Hutbeden sonra tanışmış ve sohbet etmişler.  Üstad hazretleri ona, kendi eserlerinden bir kitap hediye etmiş.

Hüseyin Feyzi Paşa, bir zaman sonra beni çağırdı:

 -Gülcemal sana bir emanet vereceğim. Onu iyi muhafaza et, dedi. Çıkardı o kitabı verdi. Kitap epey kalıncaydı. Ben o kitabı evimde bir şömine vardı; onun üzerine koydum. Bir Kur’an ve bir hadis kitabının yanına.

 Bağdat’ta beyaz karınca diye bir böcek vardır, Arza denir. O hayvancağız kitap, ahşap ne bulursa yer. O, girmiş, Kur’an ve Hadis kitabı da dahil kitapların başından itibaren hiçbir harfine değmeden boşlukları yemiş. Ama hiçbir yazıya dokunmamış. Hatta o kitapları Büyükelçi Nazif Cuhruk’a gösterdim. Büyükelçi kitabı görünce ağladı, vallahi; “Bu ne büyük bir mucize böyle” diye hayretler içinde kaldı…

Türkiye’ye mecburen döndüm

 Az evvel anlattığım gibi, Tarık Aziz beni istenmeyen adam ilan edince benim alel acele Türkiye’ye gelmem icap etti. Telaşla geldim Türkiye’ye. Çocuklarım Bağdat’ta kaldı.

 O sırada İran-Irak savaşı vardı. Çocuklar, ben Türkiye’de olduğumdan dolayı kitapların bir kısmını Elçilik Kütüphanesine, bir kısmını da bazı arkadaşlara vermişler. Sonra onlar da Türkiye’ye geldi.  Kitaplar Bağdat’ta kaldı.  Ben Bağdat Elçiliğine telefon ettim, kitabı sordum; oradan bir memur arkadaş: “Valla kitapların üzerine yağmur, su damlamış; ben bilemiyorum” dedi. O zaman Elçilik Kütüphanesi baraka gibi bir yerdi. Mesele böyle kaldı. Fakat kitap rüyalarıma giriyor şimdi. O çok değerli bir hatıra. Irak’tan Amerikalılar gittikten sonra durum düzelirse inşallah bizzat gidip kendim bakacağım

 Milli Eğitim Bakanlığında çalıştım

 Ankara’ya dönünce önce Maarif’te –Milli Eğitim- Bölge Sicil Dairesinde memur olarak çalıştım, sonra torba kadro verdiler personel uzmanı oldum. Daha sonra Personel Daire Başkanlığı yaptım.

  Sonra, ‘Yurtdışı Sürekli Görev’ sınavını kazanınca beni Suudi Arabistan’a Eğitim Müşaviri olarak atadılar. 1987- 1991 yılları arasında dört yıl da Suudi Arabistan’da görev yaptım. Orada bakanlık adına Türk çocukları için okullar açtım. Şu anda açtığım okullarda 128 öğretmen görev başında; yedi bine aşkın öğrenci var. Altı tane okulumuz var Suudi Arabistan’da; Riyad, Cidde, Medine, -Mekke’deki kapandı- Taif ve Tebuk’ta. Okullar ilk öğretimden liseye kadar eğitim veriyor.

   Üstad Hazretlerinin emrini yerine getirmeye çalıştım

 1991’de tekrar Ankara’ya geldim. Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünde görev yaptım ve 1998 senesinde emekli oldum. Milli Eğitimde tam 36 yıl iki ay hizmetim vardır. Şu anda yine boş durmuyorum; grup grup öğrencilerim oluyor onları okutuyorum. Doktorlara, öğretmenlere, mühendislere Arapça öğrettim. Hatta bir grup şirket çalışanları, esnaf, memur, öğrenci, imam ve müezzin dahil halka da verdim Arapça dersleri. Bütün bunları Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin emri olduğu için yaptım. “Arapçayı öğren ve öğret” demişti ya! Ben de emrini yerine getirmeye çalıştım.

Gülcemal Hocamızın hatıralarla dolu sohbeti Allah’ın izniyle nefes aldıkça devam edecek ve devam ediyor…

Mehmet Çetin

25.12.2017 Bostanlı İzmir

 

Kaynaklar

17.11.2017 günü yapılan röportaj ve muhtelif görüşmeler.

Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c.3, Nesil Yayınları Ekim 2009

http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=5071&ctgr_id=91

http://www.risalehaber.com

 

Gülcemal Soylu ve babası Alişan Efendi

 

 

3 comments

  1. Dişasor ermenice bir kelime. “sor” su demek.
    Sen de ermani misin demiyeceğim ama

    1. Zakir Bey,
      Söz konusu ifade şu cümlelerde geçiyor:”1935 yılının 25 Mart’ında İspir’in Dişasor Köyü’nde dünyaya gelir. Köyünün yeni ismi Ulubel’dir. Söz burada iken beldelerin şu isim değişikliğini de bir türlü kabullenemiyorum. Eskisi daha anlamlı, vefalı ve daha hatıra dolu idi ki istisnaî durumda olanları hariç.”

      Dişasor kelimesinin anlamını verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
      Yazımızda o köyün eski ve yeni ismini verdik.
      Geçmişte yapılan bir kısım belde isminin değişikliği hakkında bir kanaatimizi ifade ettik ki mesela köyümün eski ismini daha anlamlı bulurken her ne kadar yenisi de güzel olsa bile eskisini daha mana dolu, hatıra yoğun bulduğumuzu ifade ettik.

      Ki, “istisnaî durumda olanları hariç” notumuzu da unutmamak lâzım.

      Ankara ilinin Şereflikoçhisar ilçesi eski ismi ile Cavlak, yeni ismi ile Çayırönü Köyü’ndenim. Ana baba tarafımız ise yörük. Zahmet olmaz ise https://www.mehmetcetin.de/cavlak-benim-koyumdur/ adresinde bunu ifade ettik.

      Bütün buna rağmen yorum yazma nezaketiniz ile bu hususların yeniden bahsine vesile olduğunuz için çok teşekkür ederiz.

  2. Alişan dede bizimde akrabamızdı. Dedelerimizle babası amca çocuklar imiş. Bende Dişasor’da doğdum.
    Mehmet Bey böyle bir yazıyı kaleme aldığınız için teşekkür ederim sağ olun.
    Alişan dedeyi köyde görürdük, biz çocuktuk madalyaları vardı.
    Allah rahmet eylesin mekânı Cennet olsun.

    (İspir’in Dişasor Köyünün yeni ismi Ulubel’dir.)

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir